25 Aralık 2018 Salı

Ian McEwan




Eminim hepiniz okuduğumuz kitap ve yazarları internetten bakıyorsunuzdur. Ben de Ian McEwan hakkında epey bir şeyler okudum ve videolarını seyrettim. Özellikle sempatik bulduğumu söyleyemeyeceğim ama çok çalışkan ve kaleminde güzel bir ışık olduğu besbelli. Onun hakkında bazı küçük notlar almıştım, sizlerle paylaşayım dedim.
                                             
-       21 Haziran 1948 İngiltere’de doğmuş
-       Feci halde İngiliz, ama babası subay olduğu için çocukluğunda Singapur, Almanya ve Kuzey Afrika’da bulunmuş
-       Bir kardeşi olduğu ortaya çıkmış. Anne babası evlenmeden bir çocukları olmuş (çünkü annesi o sırada başkası ile evliymiş) ve bu çocuğu bir Doğu Alman’a evlatlık vermişler ! Şu anda duvar işçisi olan bu kişinin hikâyesi yıllar sonra medyaya düşmüş.
-       Ian McEwan’ın kitapları kaç tane satmış dersiniz? Tam 15.000.000. İnanılır gibi değil.
-       Bu kitapların bazılarında başka kitaplardan alıntılar olduğu zaman zaman söylenmiş ama o hep inkâr etmiş.
-       İki defa evlenmiş. 3 çocuğu var ve şu anda Oxford’da yaşıyor.
-       Bir dolu romanları var ama opera ve müzikli oyunlara da söz yazmış.
-       Sayısız ödülleri var. Son aldığı ödül “Jerusalem Price”. Bu ödülü alışı sırasında yaptığı konuşmayı pek yaratıcı bulmadım. Üstelik her şeyi batının gözlükleri ile söylemiş. Bence Orhan Pamuk’un Nobel konuşması kesinlikle çok daha doyurucu, ilginç ve güzeldi.
-       Kritikler – İngilizce okuyanlar- dilini çok akıcı ve doyurucu buluyorlar. Ben sadece bir Türkçe romanını okudum, ama dilini çok sevdim.
-       Benim için tüm bu hikâyedeki en ‘sentimental’ taraf şu: kendileri Sussex Universitesi Edebiyat mezunu. Söylemesi ayıp benim üniversitem. LEYLA


1 Aralık 2018 Cumartesi

Mustafa Kemal




                                               Yazar: Yılmaz Özdil
                                               Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2018 – 1. Baskı




“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen...”
Yılmaz Özdil’in “Türkiye'nin kurtuluş reçetesi Mustafa Kemal'in hayat hikâyesidir,” diyerek kaleme aldığı Mustafa Kemal, Kırmızı Kedi etiketiyle buluşuyor. Özdil’in kaleminden, Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı aynı zamanda Kırmızı Kedi Yayınları’nın 1000’inci kitabı.
Yılmaz Özdil yeni kitabında, Mustafa Kemal’in Osmanlı ordusunda görevli bir askerken -bilhassa 1.Dünya Savaşı’nda görev aldığı Çanakkale cephesinde- çeşitli cephelerde ve daha sonra Türk Kurtuluş Savaşı’nda emperyalist güçlere karşı kazandığı başarıları, kurduğu yeni cumhuriyetle gerçekleştirdiği “çağdaş” demokratik cumhuriyet idealini, kadın hakları başta olmak üzere sosyal hayatta gerçekleştirdiği reformları, eğitim-kültür-sanat-ekonomi-tarım-sanayi-gündelik yaşam ve diğer başka alanda hayata geçirdiği, dönemi için emsalsiz denebilecek başarıları kaleme alırken, gündelik hayatından da kesitler sunuyor. 
Ayrıca Mustafa Kemal’in, sanatsever ve entelektüel kimliğini, hayvanseverliğini, doğa bilincini, çocuk sevgisini, kadın hakları konusunda sergilediği vizyonerliğini ve diğer sıra dışı özelliklerini sebep sonuç ilişkisi içinde ele alıyor.      
Onun, ailesiyle, arkadaşlarıyla, çocuklarıyla ve çocuklarla, hayatına giren kadınlarla olan ilişkisini; cephede askeri veya diplomatik temasta bulunduğu kişilere karşı “insan sevgisi” etrafında şekillenen barışçı tutumunu; ülkede gerçekleştirdiği kültür reformunun önemini; tüm dünyada “ezilen toplumlar” tarafından örnek alınan askeri ve siyasi başarılarını; bunların yanında en sevdiği yemekten en çok dinlediği şarkılara, giyim tarzından sevdiği hayvanlara, hatta Türkiye’nin “çağdaş” ülkeler seviyesine geçebilmesi için gündelik yaşamda yaptığı ve yapılmasını arzuladığı davranışlara kadar eksiksiz ve insani yönleriyle bütüncül bir Mustafa Kemal portresi ortaya koyuyor.

Bu kitapta, Mustafa Kemal’in çocukluğundan Kuvayı Milliye ruhuna, idam fermanından Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet’in kuruluşundan Mustafa Kemal’in kişisel özelliklerine, hizmetlileri ile olan diyaloglarından gece hayatına ve hayatında iz bırakan yakınlarına kadar pek çok detayı bulacaksınız. 
Bugüne kadar hep Atatürk’ü okudunuz Yılmaz Özdil’in kaleminden Mustafa Kemal’i okuyacaksınız! (Tanıtım Bülteninden)

Yorumlarımız:


Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı M. Kemal kitabı biografik bir eser. Doğumundan ölümüne kadar olan süreçte  Atatürk’ün hayatı, dolaysıyla Osmanlının sonu, cumhuriyetin kuruluşu ve yaklaşık ilk on yıla ait tarihsel ve toplumsal gelişmeler son derece yalın, öz, anlaşılır ve akıcı bir dille kağıda dökülmüş. Adeta bir konuşma metni gibi bir uslupla yazılmış. Konular ana hatları ile verilirken adeta yaşlıların geçmiş hafızaları tazelenmiş; yeni neslin ise yakın tarihin, Atatürk önderliğinde nasıl zorluklarla ve azimle oluştuğu konusunda dikkati çekilmiştir. Benim açımdan  kitabın en can alıcı ve faydalı bölümü Mustafa Kemal’li yıllarda dünya... bölümüdür. Bu bölüm karşılaştırmalı bir analiz gibidir. Bence M. Kemal kitabını herkes özellikle gençler okumalıdır. Kitap kulüpleri  için ise benim tavsiyem Andrew Mango’nun Atatürk kitabıdır; çünkü içinde çok  derin analizler vardır. Yazarı ingiliz olmasına rağmen oldukça objektif bir yaklaşım içerir. Şüphesiz başucu kitabıdır. LEYLA

İtiraf etmeliyim ki, bu kitabı okumaya karar verdiğimizde, daha ilk sayfayı çevirirken “pozitif ayrımcılık”, ya da pozitif önyargı ile başladım….
Yılmaz Özdil gibi, ciddi araştırmacı bir gazetecinin ürünü olması, Özdil’in gerçek bir Atatürkçü kimliği, ve kitabın misyonunun Atatürk’ün kişilik özelliklerini detaylı olarak gün yüzüne çıkarmak olduğunu bilmem, benim için en baştan keyifli bir sürecin ipuçlarıydı…. Ve kitap süresince hiç hayalkırıklığına uğramadım…
Atatürk’ün ne olağandışı bir vizyon ve yaşam enerjisine sahip olduğunu, detaycılığının günlük yaşantısının ne kadar farklı yönlerine uzandığını, ve bunların çok küçük yaşlarından itibaren  üstüste koyduğu eğitim, öğrenme, deneyimleme, gözlemleme yeteneklerine dayandığını görüyoruz kitapta.
Son derece dirayetli bir azim ve kararlılıkla Cumhuriyet ve Medeni Türkiye’yi yaratma misyonunun, neredeyse çocuk denecek yaşlarında tüm benliğinde hissettiğini, her adımının sanki bu misyona ulaşmak üzere birer yapıtaşı olduğunu anlayabiliyoruz…… Bildiğimizi zannettiğimiz birçok konunun ne denli derinlikleri olduğunu keşfediyoruz sayfalar ilerledikçe…..
Ben, Özdil’in satırlarında; Atatürk’ün bildiği yabancı dilleri ne yetkinlikte (çeviri yapacak kadar), nerede, ne koşullarda ve ne tür bir güçlü itkiyle öğrendiğini, öğrenmeye devam ettiğini şaşkınlıkla okudum… Çok sayıda kitap okuduğunu bilmekle beraber, savaş sırasında, kumandan sıfatıyla, çadırlarda geceleyerek yer aldığı çarpışmalar süresince de vakit ayırıp, adeta ibadet edercesine, meditasyon yaparcasına, sadece kendisi istediği, onun karakterinin bir parçası, her daim alışkanlığı olduğu için kitap okuduğunu okudum…. Yüksek ve asil hedeflerin peşinden koşan , tüm milletin varoluşu, geleceği için çabalayan bir insanın, gerçek anlamda bir “insan” olduğunu, müzik, sanat, siyaset, bilim, felsefe, askeriye, sosyalbilimler gibi alanlara derinden ulaşabildiğini…… akılcı ama bir yandan da o kadar duygusal tarafı gelişkin bir adam olduğunu, okudum…… Zekasının hem akıl hem duygusal yönünün birbiriyle yarışır olmasının Atatürk’ü Atatürk’ün yaptığını okudum… Ve bir kez daha hayran oldum.
Kitabın beni şaşırtan ve üzen bir yönü ise, tarihimize, değerlerimize ne kadar az sahip çıktığımızı, arşivleme kültürümüzün zayıflığı nedeniyle Atatürk’ümüzün ve onun yaptıklarının, fikirlerinin belgelemelerinin ne ölçüde eksik kaldığını bir kez daha hayıflanarak farketmek oldu….. Birçok anlatı, aktarı sadece Özdil özelinde değil, genelde de aktarılan anılara ( ki bunların çoğunun farklı versiyonları olması doğaldır, yazılı ve ortaklaşa paylaşım/basım ortamından gelmedikleri için) dayanmaktadır….. Bu açıdan eleştirilere açıktır kuşkusuz kitabın detayları, ancak, daha önce belirttiğim gibi, yazarın amacının ve niyetinin gerçekleri belli bir algı yaratmak uğruna saptırmak olmayacağını bilmem, benim için soru işaretlerini tamamen ortadan kaldırmıştır en baştan….. Sağlama yapmak için değil ama, derin ve uzun süreli bir araştırmaya dayanan bu kitabın araştırma kaynaklarının, referanslarının listesinin kitabın sonuna eklenmesi çok büyük bir zenginlik olacaktır kanımca…
Yılmaz Özdil’in kitabının özellikle, hikaye etme tekniğinden kaçınılarak yazılan ve gerçek anlamda bir Biyografi olarak da nitelenemeyecek bir kitap olduğunun başından beri bilincindeydim. Dolayısıyla, tekniği sorgulamaktansa içeriğine odaklanmak gerektiğini kavramak ve kitabı bu şekilde okumak gerektiğini düşünüyorum……Ve bu kitabın okuyucuyu sokmaya çalıştığı okuma rutinine ayak diretmektense, onun akışına kapılarak, içeriğin gücünden, zenginliğinden keyif almanın çok değerli bir kazanım olacağına inanıyorum herkes için….… UFUK


Bu ay kitap kulübü olarak okuduğumuz kitap Yılmaz Özdil'in yeni kitabı "Mustafa Kemal". Kitabı okuduğumda Mustafa Kemal Atatürk hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğumu gördüm.

Genel olarak Atatürk'ü asker, komutan, lider, Cumhurbaşkanı, reformist kimlikleri ve askeri, siyasi başarıları ile tanıyoruz. Bu kitap ise bize Mustafa Kemal'i bu özelliklerinin detaylı anlatımı yanı sıra; özel hayatı ( ailesi, manevi çocukları, arkadaşları, hayatına giren kadınlar, geçirdiği hastalıkları vs.) ve insani yönleri ( doğa sevgisi, hayvan sevgisi, hobileri, sevdiği yemekler, dinlediği müzikler , giyim tarzı vs.) ile anlatıyor .

Kitapta Yılmaz Özdil'in köşe yazılarından alıştığımız anlatım dili kullanılmış . Kısa paragraflar , kısa cümleler , rahat okunabilen sade bir dil kullanılmış. Bu özelliği ile herkesin rahatlıkla okuyabileceği ve Mustafa Kemal'i daha yakından tanıyacağı bir biyografi  kitabı .
Biyografi kitabının kitap kulübünde tartışılması zor olmasına rağmen, herkesin Atatürk  için söyleyeceği çok sözü olduğu için  toplantı verimli  geçti.
Geniş kitlelere ulaşmasını ve herkesin okumasını tavsiye ediyorum.IŞIL

Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı Mustafa Kemal adlı, Atatürk'ü kişisel/ insani yönleriyle tanıtmayı amaçlayan kitabını zevkle okudum. Kitap bir roman formatından ziyade onu tanıyan insanların anıları, belgelerde yer alan ancak herkes tarafından çok bilinmeyen, pek fazla gün ışığına çıkmamış bilgilere ve anekdotlara dayandırıldığından, alışageldiğimiz romanlardan farklı bulmak mümkün. Ancak, olayların akışında her ne kadar kronolojiye çok sıkı bir şekilde sadık kalınmasa da, kolay okunur ve sürükleyici bir kitap ortaya çıkmış. Atatürk’ün sadece bir askeri deha olmadığını anımsayarak, bilim alanında yaptığı hizmetler, sosyal yaşamda kadın erkek eşitliği, sanatın önemi, Türk dili ve tarihine yaptığı hizmetler, din konusunda gösterdiği hassasiyet ve bilgisi, yaptığı devrimler ve yaşadığı dönemin çok ötesini görebilme yetisi/ vizyonu hakkında ne kadar çok bilgi edinebilirsek onu tanımamız o kadar sağlam temellere oturacaktır görüşündeyim.

Öte yandan kitabın, günümüzde yobaz dinci kesim veya ülkeyi bölmek isteyen güçlerin ortaya attığı bir takım asılsız iddiaları çürüterek, gerçekleri aydınlatıcı bakış açısıyla da önemli olduğunu düşünmekteyim. Atatürk'ü özümsemiş kitlelerin bile yalan, yanlış hikayelere maruz bırakıldığı durumlarda hiç olmazsa bu yalanlara pabuç bırakılmaması açısından da bir işlev üslendiğini yadsınamaz. Yılmaz Özdil’in kitabına bu perspektifle baktığımda Atatürk ile ilgili bizlere şimdiye kadar okuduklarımızın yanısıra, farklı bilgiler vermesinden ve onu daha yakın tanımamıza olanak sağladığından dolayı başarılı bulup, okunmasını herkese öneririm. DEMET


Yılmaz Özdil ‘in kaleme aldığı Mustafa Kemal biyografisini  hem  satışından elde edilen gelirin bir hayır kurumuna bağışlanma kararı hem de Atatürk’ün daha az bilinen taraflarının kolay okunabilen bir dille yazılması  açısından amacına uygun ve başarılı buldum.
Kitabı okudukça her Türk vatandaşı gibi her yönüyle hayran olduğumuz Mustafa Kemal’e zekası, bilgisi, görgüsü, öngörüsü, liderlik vasfı, askeri dehası ve devlet adamlığı ve de burada sayılmayacak kadar çok yönüyle  bir kez daha hayran oldum ve onun yarattığı Türkiye Cumhuriyetinin bir ferdi olarak gurur duydum. Kitabı okudukça onun çok  bilinen taraflarının yanısıra  ne kadar arkadaş ve dost canlısı olduğunu, manevi çocukları ile ne kadar yakından ilgilendiğini, savaş alanından tanıdığı ve yararını gördüğü nice asker “çocuğu”(kendi ifadesiyle) daha sonra yakın hizmetine alması gibi naif yönlerini de öğreniyoruz. Yılmaz Özdil’in köşe yazılarında alışık olduğumuz anlatımı bu kitapta da fark ediyoruz. Bu da biyografinin kolay okunmasını sağlıyor ancak kronolojik olarak anlatımlarda zaman zaman kafa karışıklığına neden oluyor. Kitabın arkasında yer alan bölümde  Mustafa Kemal ‘in hayatındaki  çeşitli devreleri o dönemde dünyadaki gelişmeleri  anlatarak vermesi  çok başarılı bir bilgilendirme olarak nitelenebilir. Daha geniş kitleler tarafından okunması ve satın alınması  dileğiyle Yılmaz Özdil’i kutluyorum. BEYZA

Mustafa Kemal’i çok iyi tanıdığımı, hakkında her şeyi bildiğimi düşünürdüm. Ama bu kitap gösterdi ki bilmediğim çok şey varmış.
Bir biyografi değil bu kitap, kronolojik bir sırası yok. Sanki bir anekdotlar demeti. Her bölümün sonunda yeni bir yönünü keşfediyorsun Mustafa Kemal’in, kitap tutkusunu, annesine olan düşkünlüğünü, hayvan sevgisini, bitmek bilmeyen enerjisini, her konudaki detaycılığını, giyimine olan merakını, kadınlara karşı olan saygısını, müziğe, sanata, felsefeye olan merakını, .... Ömrünün yarısı savaş alanlarında geçmiş bir insanın nasıl bu kadar naif olduğuna şaşırarak..

Üstelik bunları köşe yazılarından alışık olduğumuz üslupla yazmış Yılmaz Özdil, kısa, net akılda kalıcı cümlelerle... Belli ki uzun bir çalışmanın ürünü bu kitap. Bu kadar anıyı bir araya toplamak hiç  kolay olmamıştır. Umarım geniş kitlelere ulaşır ve bilhassa gençler tarafından çok okunur. NURİZER




30 Kasım 2018 Cuma

Yılmaz Özdil



Yılmaz Özdil, 1965 yılında İzmir'de doğmuştur. İzmir Atatürk Lisesi'nin ardından Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik bölümünden mezun olmuştur. Gazetecilik mesleğine 1982 yılında Yeni Asır gazetesinde muhabirlik yaparak başladı, sonra Yeni Asır’da yayın yönetmeni oldu. 1994 yılında Milliyet gazetesinde Yazı İşleri Müdürü oldu. 1995 yılında Sabah gazetesine geçerek Yazı İşleri Müdürü oldu. Ardından Fatih Çekirge'nin genel yayın yönetmenliği yaptığı Star gazetesinin kuruluşunda bulundu. Star gazetesinden ayrıldıktan sonra Ciner Medya Grubu'na geçti. Daha sonra Sabah gazetesine döndü ve atv haber genel yayın yönetmenliği görevlerinin üstlendi. Atv ve Sabah'a TMSF`nin el koyması üzerine istifa etti, 12 Ağustos 2007'de yazar olarak Hürriyet'e geçti. 2008 yılında Uğur Dündar'ın sunduğu Star Ana Haber bülteninin yayın yönetmenliğini yapmaya başladı.  Özdil, 2014'de kaleme aldığı bir yazı yayımlanmayınca Hürriyet'ten istifa etti. Bir süre yazı yazmayan Özdil, ardından yazarlık serüvenini Sözcü Gazetesi'nde sürdürme kararı aldı. Hem hükümet hem de muhalefete yönelik ağır yazıları ile toplumun büyük çoğunluğunun beğenisini kazanan Özdil halen aktif olarak Söcü Gazetesinde yazılarına devam etmektedir.
 2011 senesinde köşe yazılarından derlediği ilk kitabı “İsim Şehir Hayvan” Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Benzer şekilde derlemelerden oluşan “İsim Şehir Bitki”, “İsim Şehir Artist” kitapları ve 2002-2013 yılları arasında yaşanan siyasi gelişmeleri kaleme aldığı, araştırma türündeki “Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda” kitabı 2014 senesinde aynı yayınevi tarafından yayımlandı. Türkiye'de meydana gelen gelişmeleri kaleme aldığı “Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda” kitabı ve Türkiye'nin farklı bölgelerinden kadınların yaşam öykülerini anlattığı “Kadın” kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Özdil'in, Türkiye'nin farklı bölgelerinden erkeklerin yaşam öykülerini kaleme aldığı “Adam” kitabı ve siyasi platformlarda sıkça duymaya alışık olduğumuz bazı soruların cevabını verdiği, araştırma türündeki son kitabı olan “Sen Kimsin” de 2017 senesi içinde aynı yayınevi tarafından basıldı. 2018 yılında ise “Mustafa Kemal”i yayınladı.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Karamazov Kardeşler



                                            
                                               Yazar: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
                                               Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
                                               Çeviren: Nihal Yalaza Talay 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2018 – 17. Baskı



Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe düzeyinde roman-tragedya denen türün de temelini attığının bilincinde değildi. Dostoyevski'nin yaşam birikiminin tümünü ve sanat gücünün doruğunu içeren bu roman, gerçekte insanı insan yapan ne varsa, onlara adanmış bir destan niteliğini taşır. Yazar, hiçbir romanında "Karamazov Kardeşler"de olduğu denli insan ruhuna inmemiş, insanoğlunu bu denli kesitler biçiminde, içgüdülerinin ve istencinin tüm görünümüyle sergilenmiştir. Bir aileyi konu alan ve bir felaketler zinciri olarak gelişen olay örgüsü, bireysel öğelerin yanı sıra, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki Rus toplumunu da geçirdiği sarsıntıların tümüyle, dünya edebiyatında bir eşi daha bulunmayan bir sanat aynasından yansıtır. ( Arka Kapak)


Yorumlarımız:

Bu sezonun ilk kitabı Karamazov Kardeşler, Dostoyevski'nin ölmeden önce yazdığı, yazarın başyapıtı olarak nitelendirilen son romanı.
Romanın ilk 500 küsür sayfası roman karakterlerinin  tasvirleri ve din felsefesi ağırlıklı olarak ilerliyor. Daha sonrasında işlenen cinayet ile olayların akışı hızlanıyor ve kitabı elinizden bırakamıyorsunuz.
Bir yanda Tanrı'nın varlığını sorgulayan, “Tanrı mı  insanı yarattı insan mı Tanrı'yı yarattı?”, ve “Tanrı varsa dünyadaki kötülüklerin neden varolduğuna” cevaplar arayan din felsefesi romanı ; diğer yandan Karamazov ailesinin dramını anlatan bir cinayet romanı. Kitabı bitirdiğimde başlarda beni zorlamasına, yer yer sıkıcı bulmama rağmen  sonrasında bir başyapıt okumanın memnuniyeti vardı. IŞIL

Karamazov Kardeşler, zamansız ve evrensel romanların en önemlilerinden biri kuşkusuz… İnsanın en temel zihinsel ve duyusal sorgulamalarını, kendisi ve başkaları, toplum ve çevre eleştirilerini çok farklı karakterler aracılığıyla ortaya seren bir şahaser olarak tanımlasam yerinde olur sanırım.
İnsanoğlunun;  hırsları, zaafları, zayıflıkları , güçlü ve baskın yönleriyle bir bütün olduğunu her zaman, “iyi” ve “kötü”, “doğru” ve “yanlış” kavramlarının ne kadar içiçe geçmiş olarak gerçek hayattta var olduğunu…. hiçbirzaman Net Beyaz ve Net Siyah’ın nerdeyse var olmadığını, aslında sonsuz Gri Tonlarının bir Toplamı olduğunu hayatın içimize sindiriyoruz kitap boyunca….
Tanrı, iyilik ve kötülük kavramları da dolaylı yollardan zihnimizi kurcalamayı sürdürüyor provokatif  bir şekide romanın her aşamasında.... Dostoyevsky’nin kendi kişiliğine ayna tuttuğunu her karakterdeki farklı özelliklerle, ve yaşadığı dönemin sosyal, tarihsel, entellektüel koşullarının detaylarının yorumlamalarıyla anlıyoruz ki bu da benim için bir açıdan hem heyecan verici, hem düşündürücü tarafı oldu kitabın.
Hangi karakteri kendime daha yakın buldum veya hangisini yeğlerdim diye düşünsem, hiçbirini bir diğerine değişmeyeceğimi düşünüyorum, çünkü olumlu ve olumsuz taraflarıyla , her karakter bir farklılıklar bütünü gerçekte…Ve heyecan verici tarafı da bunu farketmek, bu durumu sevmek, onaylamak…  Okumalı, hatta hayatın değişik aşamalarında dönüp bir daha okumalı…bölüm bölüm kendi kendine tartışmak için de bir başucu kitabına dönüştürmeli hatta… UFUK

Kitap Kulübünde okuduğumuz ikinci Dostoyevski eseri Karamazov Kardeşler oldu. Her iki kitapta da Dostoyevski gününün değer yargılarını başarıyla sorgulamakta ve tüm bu süreçte tarafsız kalmayı başarabilmiş bir yazar. Zira sorguladıkları kavramlar bugünde karşımızda büyük sorular olarak durmakta ve bizi üzerinde düşünmeye zorlamakta. Suç ve Ceza’nın Raskolnikof’u dışardan izlememize ve onun üzerinden nihilizm, Tanrı- din ikilemi, insan üstü ahlak ve suç/ ceza kavramlarını sorgularken Karamazov Kardeşler de bu kavramlar dört kardeş üzerinden verilmekte ve her bir karakterde okuyucu az çok kendini bularak aynı sorgulama sürecinden geçmekte. Zaten eserdeki dört kardeş Dostoyevski’nin kendisinden de bir takım özellikler taşımakta- kanımca yazar bize mutlak iyinin veya kötünün var olmadığını göstermek için bu şekilde bir kurgulamaya gitmiş; kısacası okur hiç bir karaktere ne tam uzak, ne de tam yakın hissediyor kendisini. Ayrıca her iki kitapta da kadın  kahramanlar cemiyet normları dışında ya hayat kadını ya da onla bunla düşüp kalkan kadınlardan seçilmiş ve roman akışında gerçekten erdemli davranan bu kadınlar- bu da devrin kadın/ erkek normlarına aykırı bir baş kaldırış olarak düşünülebilir. Sonradan Dosteyevski’nin bu kadar evrensel ve zamansız bir eseri ortaya çıkarabilmesinde kendisinin yaşam yolculuğunun hiç sıradan olmaması, iniş çıkış ve psikolojik sorunlarla baş etmek zorunda kalmış olmasının etkisi var mı diye düşünmeden edemedim. Bence dehaların sıradan ‘normal’  yaşamlar sürenlerden ziyade sıradışı  kişiliklerden çıktığı kanısındayım. DEMET

2014 yılında “Suç ve Ceza” romanını okuyup hem çok beğenip hem de çok etkilendiğimizden, Dostoyevski’nin en bilinen romanı “Karamazov Kardeşler” hep okuma listemizdeydi. Ama 1025 sayfalık roman hep gözümüzü korkuttu. Uzun yaz tatilinde okuduğumuz baş yapıtı bitirdiğimde iyi ki okuduk dedim.
Genelde ikinci kitabını okuduğumuz yazarın biyografisini tekrar yazmıyoruz blogumuzda, ama roman Dostoyevski’nin kendi yaşamıyla pek çok paralellik taşıdığından hayat hikayesini hatırlamak için bir kez daha yazdık.
Yazarın babası da bir cinayete kurban olmuş, serfleri tarafından öldürülmüş ve bu ölüm Dostoyevski’nin bilinçaltını derinden etkilemiştir. Babaya duyulan bu nefret ve bunu izleyen suçluluk kompleksi sonucu yakalandığı sara hastalığını romanlarındaki karakterlerde de görebiliyoruz.
Temelinde aile dramı olan bir cinayet romanı “Karamazov Kardeşler”.  Yaşlı, toprak sahibi baba Fyodor Pavlovoviç Karamazov ve 4 oğlu, duygusal Dimitri, entelektüel İvan, Din adamı olmak isteyen Alyoşa ve gayrimeşru, saralı Smerdiyakov, arasındaki anlaşmazlıklar anlatıyor romanda. Baba ile Dimitri’nin aynı kadına aşık olması ve parasız kalan Dimitri’nin annesinin mirasından kendi payına düşen parayı alamaması olayları hızlandırır ve bir gece babanın ölümü ile son bulur. Babalarının katilinin arandığı dönemde, dört kardeşin senelerdir babalarına karşı içlerinde biriktirdikleri öfke ve nefret, babanın ölümü ile suçluluk duygusuna dönüşünce hayat, ölüm, vicdan, merhamet, para ve aşk konularında felsefi tartışmalar yaparlar.
Aslında romanda cinayet olmasa tam anlamıyla bir felsefe kitabı olabilir. Yazar, romanın başında aileyi bize tanıtırken bir taraftan da Tanrı’nın varlığını sorguluyor. Dostoyevski, Sibirya’ya sürgüne gitmeden önce ateist iken sürgünde İncil’i keşfediyor ve sürgün sonrası romanlarında din sorgulamasına çok rastlıyoruz. Küçük kardeş Alyoşa’nın bir manastırda din eğitimleri alması nedeniyle, romanın ilk bölümü çoğunlukla dini felsefi konuşmalara ayrılmış. Bu bölümde uzun monologlar okumayı zorlaştırsa ve okuru sıksa da sonrası hareketleniyor  ve kitap bittiğinde iyi ki okudum diyorsunuz. Belki bir on yıl sonra tekrar okuyup aynı hazzı alırmıyım acaba diye de düşündüm. NURİZER

Dostoyevski ölümünden üç dört ay önce bitirdiği söylenen '' Karamazof Kardeşler '' adlı romanı, zaman zaman kendi hayatından da esintiler taşımaktadır.  
Roman; kahramanlarının yaşadıkları umutsuzluklarına, yoğun acılarına, tutkularına getirilen psikolojik çözümlemeleriyle, ayni zamanda o yüzyılda dini sorgulamasıyla olağan dışı felsefi bir başyapıttır. 
Kahramanlar farklı karakterde dört erkek kardeş, çiftlik sahibi acımasız, sevilmeyen bir baba başta olmak üzere sevgilileri, dostları, yardımcıları, Rus köylüleri, en önemlisi yargıçlar ve din adamlarıdır.Eser babanın yaşadıklarıyla adeta polisiye bir romana dönüşür, adalet duygusu ön plana çıkar. Dostoyevski'nin roman kahramanları günahları karşısında vicdan azabıyla ve acı çekerek kurtuluşa erer. Bu anlamda günah ile kefalet ilişkisi vicdan ekseninde arındırıcı rol oynar.Bazı edebiyatçılar romantizmin devamı diye yorumlasa da, bana göre dünyayı ve hayatı akıl dışı gören Dostoyevski'nin psikologlarca sahiplenilmesi,bu düşüncelerinden olsa gerek. 

Okuyuculara tavsiyem birinci kitapta sıkılsanız da bırakmayın. Heyecan, ikinci kitapta zirve yapıyor. Roman bittiğinde hala sorgulamaya devam ediyorsunuz. 21. yüzyılda  çok satan ve okunan dünya klasikleri arasına girmesi, felsefi yönü, aykırı fikir ve düşünceleri, yazım tekniğinden olsa gerek. ZELİHA


Dostoyevski 'Karamazov Kardeşler ' romanıyla, geçen senelerde okuduğumuz ve büyük bir keyif aldığımız , 'Suç ve Ceza' gibi zamansız bir eser yaratmış.
Ölümünden üç ay önce tamamladığı ve 400 bin kelimelik dev romanında bir cinayet örgüsü etrafında Karamazov ailesinin dramını anlatırken felsefi bir metin oluşturmuş.Tanrının sorgulandığı, iyilik ve kötülüğün irdelendiği, Hristiyanlık dininde günah çıkarma ile suçun affedilir olmasının ve Tanrı'nın sonsuz affediciliği ile alay edildiği bölümlerde, yazara göre mühim olan insanın kendini affetmesidir ki bu çoğu zaman imkansızdır.
Dostoyevski'nin aile yapısından derin izler taşıyan romandaki karakterler ile kendi kişiliğinin farklı yönlerini görüyor ve hayatının farklı dönemlerinden esintiler hissediyoruz. Huysuz ve ahlaki zaafları olan bir baba, iki eşten  üç oğul ve gayrimeşru bir oğul daha. Ana karakterin yanısıra erdem ve hafifliğin harmanlandığı kadın karakterleri yaşamın içinden çıkmış zamansız şahsiyetler.

Baba Karamazov'un öldürülmesi, bu ölüme giden yol (ölümü haklı çıkartan bir anlatım) ile duygusal Dimitri, entelektüel Ivan, gizemli Alyoşa ve gayrimeşru oğul Smerdiyakov ile yan karakterler romanın ritmini arttırıyor. İnsan  ruhundaki genişliği, gelgitleri, öfke ile şefkati, affetme ile kini karakterlerleri yakından tanıdıkça tüm açıklığı ile görüyoruz ve etrafımızdaki örnekler ile eşleştiriyoruz ...!!!! Dostoyevski, insan ruhundaki derinlikleri ustaca çözümlüyor. Bu özelliği ile de bu eserin psikanalize bir kapı açtığı  ve varoluşu düşüncenin temel kaynaklarından biri olduğu söylenir. 19.yy da yazılıp da günümüzde hala büyük bir zevkle okunan bu başyapıtın hayatın her döneminde farklı bir duyguyla, yargıyla, zevkle tekrar kitaplık raflarından çıkartılacağına eminim. Kalınlığı gözünüzü korkutmasın, içi hazine. BEYZA

Karamazov Kardeşler romanını okuyarak bence müthiş bir başlangıç yaptık yeni sezonumuza. Bu roman okundukça değil, düşündükçe, düşündüklerimizi tekrar tekrar derinleştirdikçe anlaşılabilecek, değerlendirilebilecek, algılanıp, zevk alınabilecek bir eser bence. Binikiyüz küsür sayfalık bu romanın ki ben iki cilt olan versiyonunu okudum, ilk cildini okurken itiraf ediyorum ki sıkılmıştım: uzun uzun karakter analizleri, monologlar, diyaloglar vardı. Hep bir arayış içerisindeydim ne zaman ne olacak diye. Ancak ikinci cildi merak, heyecan ve severek okudum. Kitabı bitirdiğimde keşke üçüncü cildi olsaydı dedim, ben yazar olsam nasıl devam ederdim diye düşündüm…Yazar Dostoyevski ne yazık ki bu romanı bitirdikten birkaç ay sonra ölmüş. Romanın devamı yalnızca benim hayallerimde kaldı.
Kitabın ismi Karamazov Kardeşler. Ancak roman başta baba olmak üzere dört kardeş, eşleri, sevgilileri, uşaklar, hizmetkarlar kısacası Karamazov ailesinin etrafında kurgulanmış. Baba oğullarından biri tarafından öldürülüyor ve roman çok yönlü, grift bir şekilde sürüp gidiyor. Tüm karakterler birbirinden çok farklı. Dostoyevski olaylar zincirine girmeden bu karakterleri ilk ciltte hayat hikayeleri ile birlikte enine boyuna anlatmış. Anlatırken zaman zaman romanın içine bir dış ses gibi girip yorumlarda bulunmuş. İkinci ciltte olayları bir oya gibi işlemiş. 19. yüzyıl çarlık Rusya’sının şartları dikkate alındığında kitabını son derece özgürce kaleme almış. Örneğin dini düşünüş ve inançları sorgulamış, zaman zaman din adamlarını ince ince eleştirmiş. İsa'nın dünyaya inişi ve şeytanla konuşma bölümleri olağanüstü. Eminim bu bölümler hepimizin farklı şekiller ve durumlarda hep düşündüğü, ancak şu ya da bu nedenle özgürce dillendirmekten çekindiğimiz fikir ve düşüncelerimizin aynası.


Karamazov Kardeşler romanı zor bir kitap. Çünkü içinde bulunduğu 19. yüzyıl toplum yapısı, sosyal ilişkiler, din kültürü, felsefesi hatta kurumlar  bize yabancı. Okuması, anlaması emek istiyor. Felsefe, sosyoloji, teoloji, psikoloji bilen okuyucular avantajlı olabilir. Hatta hukuk bilmek bile ikinci cildi anlamak için faydalı. Ben şahsen duruşmaları anlatan bölümleri müthiş bir merakla, hayranlıkla okudum. Hukuk öğrencileri bu kitabı okumalı bence. Diğer yandan kitapta yazarın kendi hayatından çok yansımalar görüyoruz. Örneğin Sibirya sürgünü, sara hastalığı, babasının öldürülmesi, baba sevgisinden yoksun büyümesi gibi daha bir çok konuda. Genel olarak kitapta çok fazla sıkıntılı, eziyetli, vicdan muhasebesi gerektiren bölümler ve ‘kötü’ insanlar var. Ancak  ben  çoğunlukla  bir çıkış yolu olduğunu, her kötü insanda bile bir iyi tarafın bulunabileceğini, o insanların da bir vicdanı olduğunu gördüm romanda: sanki örtülü bir umut ışığı var. Kısacası hayat zorluklarla dolu olsa da gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalınılsa da iyilik de kötülük de insanoğlu için, yeter ki vicdanlar devreye girsin….Benim özetim budur. LEYLA


30 Ekim 2018 Salı

Fyodor Dostoyevski




Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da doğdu. Askeri doktor olan babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski oldukça sert bir adamdı. En büyük tutkusu içkiydi ve ailesini sıkı bir disiplin altında yönetiyordu. Çok çabuk sinirlenir, çocukları ise kaçacak delik ararlardı. Adamın başka bir özelliği de cimriliğiydi. Durumunun iyi olmasına rağmen, çocukları 16-17 yaşına gelene kadar onlara cep harçlığı bile vermemişti. Fyodor 1837’de annesinin ölümünün ardından babasının yanından ayrılarak St. Petersburg’a taşındı ve orada Askeri Mühendislik Okulu’na kabul edildi. Oğluna okuduğu sırada düzenli bir gelir sağlamayı reddeden babasının tutumu Dostoyevski’nin içe-kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Bir keresinde, Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup gönderdi; ama baba Dostoyevski yanıt vermeye fırsat bulamadan öldü. Yaşamı boyunca ona acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde geçirdi.
Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. 1846’da ilk romanı “İnsancıklar”’ın çıkışıyla, genç yazarlar arasında en büyük gelecek vaadedeni olarak görüldü. Ne var ki başarısı kısa sürdü. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. Hükümet her türlü söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu, Dostoyevski de reformculara katılarak Çar’a karşı çeşitli çalışmalar yaptı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile Çarlık polisi tarafından tutuklandı. On ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü.
Cezası bitince St. Petersburg’a döndü. “Ölüler Evi” ve “Ezilenler”i yayınladı. Sibirya’dayken Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg’a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polina ile birlikte Rusya’dan ayrı olduğu bir sırada karısının hastalanması ve ağabeyinin ölümü ona “Yeraltından Notlar “(1864) olarak bilinen itirafı yazdırdı.
Karısının ve çocuğunun masraflarını karşılayabilmek için, edebiyattan kazandıklarını arttırmak hevesiyle kumara başladı. İzleyen yıllarda Dostoyevski sürekli sara, yoksulluk ve kumarbazlığına eşlik eden bir endişenin sıkıntısını çekti.  1866’da “Suç ve Ceza”yı ve 1867’de  Kumarbaz”ı yazdı. Sekreteriyle evlenip yurtdışında yaşadığı dört yıl yaşamının en üretken yılları oldu. “Budala” (1869), “Ebedi Koca” (1870)” ve “Ecinniler”i (1871) yazdı.
Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. 1877’de “Büyük Bir Günahkârın Yaşamı” adında bir diziyi oluşturmak için çalışmalara başladı. Bu “bütün yaşamım boyunca bana bilinçli ya da bilinçsiz olarak işkence etmiş olan” dediği Tanrı’nın varlığı sorunuyla ilgili bir çalışmaydı. Bitirdiği çalışmanın biricik bölümü olan “Karamazov Kardeşler” 1880’de basıldı.
Dostoyevski sonraki yıl 28 Ocak’ta öldü. Cenazesi toplumsal bir gösteri için fırsat oldu.


17 Haziran 2018 Pazar

Vadideki Zambak


                                             

                                               Yazar: Honoré de Balzac
                                               Orijinal Adı: Le Lys dans la vallée
                                               Yayınevi: Can Yayınları
                                               Çeviren: Tahsin Yücel 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2017 – 15. Baskı


Vadideki Zambak, ilk yayımlanışında (1836) beklenen ilgiyi görmemiş, Balzac'ın en az satan kitaplarından biri olmuştu. Oysa yazar, üzerinde en çok çalıştığı, en kusursuz, en büyük romanlarından birini yarattığı kanısındaydı. Zaman Balzac'ı haklı çıkardı: Vadideki Zambak, yazarın en sevilen, en çok okunan romanlarından biri oldu. Bu roman, on dokuzuncu yüzyıl Fransız yazınının iki büyük yöneliminin: Romantizm ile gerçekçilik akımının kavşak noktasında ortaya çıkar ve dünyanın en ünlü aşk romanlarından biri olarak gerçek yerini alır. Balzac, 'aşk' a derin bir gerçeklik kazandırırken, çağının toplumsal olgularını ve koşullarını yansıtmaya da büyük özen gösterir. Bu büyük yazarın baş yapıtlarından bir olan Vadideki Zambak'ı, değerli yazarımız Tahsin Yücel'in Türkçesiyle sunuyoruz. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Balzac’in Vadideki Zambak adlı eseri 19yy’in başlarında geçmekte ve Romantism akımının tüm öğelerini içermektedir. Bunlar sırasıyla; tabiata dönüş, insan- doğa ilişkisi, duygu patlamalarını göz önüne sermek, insanın yeryüzünde yerini/ varoluşunu ve felsefi olarak geçmiş öğretileri sorgulamak, sonuçta yaşamın anlamını sorgulamak olarak sıralanabilir. Kitapta tüm bu olgular, uzun  tabiat tasvirleri, duyguların iniş ve çıkışları, dinin yaşamdaki yeri ve birbirine zıt iki kadın üzerinden aşk’ın farklı tasvirleri, umutsuzluk karşıtı umut, erdem karşıtı insanın temel iç güdüleri, kadın ve erkek doğaları ve davaranış farklılıkları gibi  üzerinde tarışılacak bir çok konu felsefi bir çerçevede ele alınarak irdelenmiştir. Romanın yazılışının yaklaşık 200 sene önce olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, zamanının ilerisinde realism’e göz kırptığı ve din, kadın/ erkek ilişkileri konusunda oldukça ilerici düşüncelere de yer verdiğini, tartıştığını söylememiz mümkün. Okunması uzun cümleler ve tasvirler nedeniyle zorlayıcı olmakla birlikte bu edebiyat akımını çok net yansıtması açısından, klasik bir eser olarak okunması gerektiği düşüncesindeyim. DEMET


Honoré de Balzac




1799 Mayıs’ının 20. Günü, Fransa’nın Tours kentinde dar görüşlü, şefkat yoksunu orta sınıf bir burjuva ailesinin içine doğdu Balzac. Gerçek adı Honoré Balssa olan yazar, adını değiştirirken köylü kimliğinden kurtulmak amacıyla isminin önüne “de” takısı getirdi ve böylece ismine soylu bir görünüm kazandırarak Honoré de Balzac oldu. Babası Bernard François Balssa devlet memuruydu, annesi Anne Charlotte Laure Sallambier ise Paris’in ünlü ve seçkin bir ailesine mensup ve babasından 31 yaş küçük olan bir kadındı.
Balzac’ın annesi, onu doğumunun hemen ardından bir jandarmanın karısına teslim etti. Balzac, bazı kaynaklara göre dört yaşına kadar o evde, diğer bazı kaynaklara göre ise yetimhanede kaldı. Hali vakti yerinde bir ailenin yanında son derece iyi şartlarda büyüyebilmesi mümkünken bir yetim gibi evden uzakta geçirdiği bu yıllarıyla ilgili Balzac’ın söylediği şu sözlerden de, bu olayın onu ne derece etkilediğini görebilmek mümkün: “Benim hiçbir zaman bir annem olmadı… Benim hayatımdaki tüm kötülüklerin sebebi annemdir.
8 yaşındayken başladığı, Vendôme papazlarının yönettiği bir kolej olan Collège des Oratoriens’de 6 yıl boyunca öğrenim gördü. Ta o zamanlarda bile ders çalışmak yerine zamanının çoğunu kitap okuyarak geçiren Balzac’ın, ailesi, Napolyon’un devrilmesinin ardından Paris’e taşındı. Balzac, bu dönemde Paris’te babasının zoruyla hukuk öğrenimi görmeye ve bir noterin yanında çalışmaya başlamıştı.
1819 yılında ailesi maddi sıkıntılar nedeniyle Paris yakınlarındaki Villeparisis kasabasına taşınınca haliyle Balzac da Paris’ten uzaklaşmak durumunda kaldı. Bu durum onun edebiyat yapma hayallerine gölge düşürecekti çünkü o dönemde edebiyat üzerine araştırma yapabilmek için Paris’te bulunmak gerekiyordu. Ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen Balzac Paris’te son derece kötü şartlarda yaşayacağı bir tavan arasına taşındı ve bu küçücük odada durdurak bilmeden yazmaya verdi kendini. Bu odayı ve içinde bulunduğu pejmürde hali 1831 yılında Arsenal Hoffmann’dan esinlenerek yazdığı "La Peau De Chagrin" adlı öyküsünde, fantastik bir dille anlatacaktı. Bu döneme ait ilk ciddi çalışması ise 1820 yılında kaleme aldığı "Cromwell" adlı trajik bir tiyatro oyunu oldu. 1822 yılına kadar romantizm karşıtı hicivsel bir tarzda, mahlas kullanarak birkaç eser kaleme almış ancak edebiyat dünyasında kendini kanıtlama şansı bulamamıştı. Bu eserler de tıpkı ilk eserinde olduğu gibi başarısız oldu. Balzac maddi sıkıntılar yaşıyordu ve bunları gidermek için bir yayınevi açtı. Şans burada da yüzüne gülmedi ve yayınevini batırdı. Böylece Balzac, ömrünün geri kalanında birçok kez yaşayacağı başarısız iş denemelerinin ilkini yaşamış oldu. Bu, biraz da onun mizacının bir yansımasıydı, umutsuzluğa kapıldığı anda ki sık sık kapılıyordu her şeyden vazgeçebiliyordu.
Balzac, hayatı boyunca iki büyük tutkusunun peşini hiç bırakmadı; zengin kadın ve şöhret. Zengin kadın tutkusu; içinde bir türlü bastıramadığı zengin ve ünlü olma arzusunun bir yansımasıydı aslında. Fakat doyumsuzdu ve eserlerinde ortaya koyduğu çeşitliliği, aşk hayatında da fazlasıyla gösteriyordu. 1827 yılında yani Balzac 28 yaşındayken, 45 yaşındaki Madame Laure de Berny ile tanıştı ve 15 yıl sürecek ihtiraslı bir aşkın tohumlarını attılar. Madame Berny onun ilk aşk deneyimiydi; içine kapanık ve asosyal bir karakter olan Balzac’ın hayatı, Madame Berny sayesinde hem maddi hem manevi olarak tamamen değişti. Zira Madame Berny, Balzac’ın bütün borçlarını ödemişti.
Madame Berny ile yaşadığı ilişkisi devam ederken araya Düşes d’Abrantes ile de bir flört sıkıştıran Balzac, yine kendinden yaşça büyük bir kadını seçmişti. Tıpkı Madame Berny gibi Düşes de Balzac’ın hem sevgilisi olmuş hem de borçlarını ödeyen finansörü.
Yaşı ilerledikçe birçok kadınla düşüp kalkmaya başlayan Balzac, yazarlık ve sevgililik döngüsü içinde yüksek bir enerjiyle hayatına devam ediyordu. Son derece itici ve pis bir görüntüsü olan Balzac, her şeye rağmen kadınlar tarafından fazlasıyla isteniyordu. Ona hiçbir kadın “hayır” diyemiyordu ta ki Fransa’nın en güzel aristokratlarından Marquise de Castries ile karşılaşana kadar. Marquise, “Balzac’ın dış görüntüsündeki iticiliğe katlanamayan kadın” olarak Balzac’ın tarihine geçen ilk isimdi ama Balzac’ın intikamı acı olacaktı. “La Duchesse de Langeais” adlı romanında Balzac, Marquise’i rezil edecekti. Balzac’ın aşk hayatı her zaman hareketli olmuş ve ihtiras dolu ilişkilerle ruhu beslenmişti.
Günde en az 16-18 saat çalışan ve çalıştığı süre içinde düzinelerce kahve içen, hatta bir yazarın kahve içmeden yazamayacağına inanan Balzac, bir yandan da yemeğe düşkünlüğüyle nam salmıştı. Hayatı boyunca uçlarda yaşamayı sevdi Balzac; çalışırken uzun saatler harcaması, oburluk derecesinde çok yemek yemesi, birden fazla kadınla ilişki yaşaması, aldığı en pahalı elbiselere bile kötü bakması, tırnaklarının kirliliği, vücudundaki pis koku ve herkesin içinde burnunu karıştıracak kadar fütursuz davranışlar sergilemesi de bu uçarılığa en iyi örneklerdendi.
Balzac ölümüne dek 92 roman yazdı. Tarihi romanı “Les Chouans” Balzac’ın edebiyat hayatının başlangıç noktasıydı. Balzac aynı yıl Sir Walter Scott’un etkisi altında yazdığı realist romanı "Physiologie du mariage"ı çıkardı ve takip eden 21 yıl boyunca da eşi benzeri görülmemiş bir üretkenlikle yazmaya devam etti. 1842 yılında kitaplarını "İnsanlık Komedisi" adı altında düzenli bir hale getirdi. Romanda realizmin babası olarak kabul edilen yazar ilerleyen yıllarda "Goriot Baba" adlı başyapıtıyla da edebiyat dünyasını sallamayı başardı.
Balzac 1850 yılının bir Ağustos gününde, yüksek dozda tükettiği koyu kahvelerin kalbine verdiği ağırlığa daha fazla dayanamadı ve hayata veda etti.

8 Mayıs 2018 Salı

Kör Randevu



                                                             Yazar: Jerzy Kosinski
                                                             Orijinal Adı: Blind Date
                                                             Yayınevi: E Yayınları
                                                             Çeviren: Osman Deniztekin 
                                                             Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2013


George Levanter, bir fikir adamı, kendi halinde bir yatırımcı, uluslararası bir playboy ve yaşamı her biri bir öncekinden inanılmaz yakıcı mücadelelerle dolu acımasız bir "iş adamı". Moskova'dan Paris'e, Manhattan gökdeleninden California'daki toplu kıyıma, Kör Randevu güzel insanlar ve başka bir yaşam arayanlar arasında hayatın baş döndürücü bir tasviri.

Bir Yerde ve Boyalı Kuş'un yazarı Jerzy Kosinski, çağımızın en çok beğenilen ve hayran olunan yazarlarından biridir. Kör Randevu, Kosinski'nin yazım gücünün doruğa ulaştığı, erotizmle desteklenmiş gösterişli bir psikolojik roman. ( Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Jerzy Kosinski'nin ilk okuduğum kitabı Kör Randevu yazar ile tanışmak için iyi bir fırsat oldu. Sıradışı bir hayat hikayesi olan Kosinski Kör Randevu'da kısa kısa hikayeler anlatırken kendi anılarından esinleniyor. 
Anlatılan hikayelerde cinayet, tecavüz, işkence, eşcinsel eğilimler ve ensest ilişkiler en sert şekliyle detaylarla anlatılıyor. Okuyucuya bu vahşeti yaşatacak kadar etkileyen, rahatsızlık veren bir yazar. Olayları anlatırken aynı zamanda karakterlerinin psikolojisini ve yaşantısınıda detaylandırıyor.
Benim için oldukça rahatsız edici, karanlık bir romandı.Akıcı bir dil ile yazılması okumayı kolaylaştırmakla birlikte uyandırdığı hislerle okuyucuyu oldukça zorluyor. IŞIL

“Boyalı Kuş” ve “Bir Yerde” adlı romanları ile edebiyat dünyasında çok tanınan Kosinski’nin “Kör Randevu” romanını okumak yazarı tanımak amacıyla yanlış bir karar mı idi bilemem. Çünkü bu tecrübeden sonra yazarın yeni bir kitabını okumak için düşünürüm.
Romanı okurken yazar bir günlük tutmuş ve onlardan bir roman yazmak istemiş ama günlüğün sayfalarının sırasını karıştırmış diye düşündüm. Bir akışı olmayan, farklı karakterlerin başından geçen küçük hikayeler anlatıyor. Ana karakter Levanter bir yerde bunları birleştirip bir akışa sokacak diye bekliyorsunuz ama olmuyor.
Yazarı tanımak istiyorsanız başka bir kitabını deneyin ben bu romanı hiç tavsiye etmem. NURİZER

Polonyalı yazar Jerzt Kosinski’nin ilk okuduğum romanı. Keşke önce en ünlü romanı Boyalı Kuş’ u okusaydım. Kör randevu’den sonra zor gözüküyor.
Roman kahramanı Levanter hikayede yazarın yaşamıyla bütünleşiyor gibi.

Akıcı bir dille yazılmış, kolay okunan  bir kitap. Konusu ve erotik tasvirleri insana yeter dedirtiyor. Ensest ilişkiden, eşcinsel ilişkiye, tecavüze...romanın ana  temasını oluşturuyor. Olaylar arası geçişler kopuk kopuk. Güzel bir çevirisi olduğunu söyleyebilirim. Bu kadar çok ülkede basılı olduğuna göre tabi ki edebi bir değeri vardır. Belli bir döneme damgasını vurmuş olabilir. Lakin eserleri  hakkında çok şaibeler var yazarın. Polonya’dan Amerika’ya göçüne ve  yazdıklarının alıntı olduğuna kadar.Tercih sizin.  ZELİHA



2 Mayıs 2018 Çarşamba

Jerzy Kosinski




1933 yılının 14 Haziran’ında, Polonya’nın Lodz kentinde yaşayan bir Yahudi ailesinin bir oğlu olur. Adı Josef Lewinkopf’tur. Josef henüz küçük bir çocukken Nazi imparatorluğunun ayak seslerini duyan baba Moses, ailenin soyadını Kosinski’ye çevirir ve daha doğuya taşınırlar. Artık aile Hıristiyan olmuştur. Josef Lewinkopf ise Jerzy Kosinski adıyla bir kilisede vaftiz edilir. Alman işgali boyunca aile Katolik kimliğiyle saklanır. Savaşın sonra ermesiyle baba Kosinski komünist saflarına katılacaktır.
Jerzy Kosinski, Lodz Üniversitesi’nden tarih ve sosyoloji dallarında yüksek lisans derecesi alır ve bir süre Polonya Bilimler Akademisi’nde doçent olarak çalışır. Lodz Üniversitesi’nde okurken daha sonra Amerika’da yakın dostluk kuracağı ünlü film yönetmeni Roman Polanski ile tanışır. Babasının aksine komünizmden nefret eden genç Kosinski, hazırladığı sahte belgelerle 1957 yılında ABD’ye iltica eder. Artık yaşamını Yeni Dünya’da sürdürecektir. Amerika’ya yirmi dört yaşında ayak basan Kosinski, önüne gelen her işte çalışıp bir yandan da eğitimine devam eder. Columbia Üniversitesi’ni bitirdikten sonra kendini tümüyle yazmaya adaya Kosinski, bir yandan da Yale ve Princeton gibi seçkin üniversitelerde “creative writing” (yaratıcı yazarlık) dersleri vermektedir.
O yıllarda Joseph Novak takma adıyla The Future Is Ours, Comrade ve No Third Party adlı antikomünist kitapları yayınlanır.
Yirmi dokuz yaşında geldiğinde bir çelik imparatorluğunun mirasçısı alkolik Mary Hayward Weir ile evlenir. Artık özel uçağı, yatları olan bir yazar olarak New York’taki evlerinde devrin zenginlerine, entelektüellerine partiler düzenlemekte, hayalinde kurguladığı çocukluk anılarını anlatmaktadır.
Kosinski ikinci evliliğini 1962 yılında, Almanya’nın Bavyera eyaleti aristokrasisinden gelen Katherine von Fraunhofer ile yapar.
Kosinski’nin en bilinen romanı The Painted Bird – Boyalı Kuş 1967 yılında yayınlanmıştır. 1971 yılında yayınlanan Being There – Bir Yerde adlı eseri ise Amerikan medya kültürünün yüzeyselliğiyle dalga geçen satirik bir romandır. Being There daha sonra Peter Sellers ve Shirley Maclaine’nin başrollerini oynadığı “The Gardener” adıyla beyaz perdeye uyarlanmıştır. Steps – Adımlar (1969), The Devil Tree – Şeytan Ağacı (1973), Passion Play – İhtiras Oyunu (1979) adlı romanların da yazarı olan Kosinski 1975 yılında Cockpit – Boşluk adlı romanını yayınlanmıştır. Yazar başından geçen bir macerayı bu romanda yarattığı roman kahramanının öyküsü haline getirecektir. Gerçekten de Kosinski, yakın arkadaşı Roman Polanski’nin karısı olan film yıldızı Sharon Tate ve misafirlerinin Charles Mason’un ‘Helter Skelter” çetesi tarafından katledildiği gece havaalanında kaybolan bir bagaj yüzünden davete geç kalmış olmasaydı, pek çok ünlü eseri yayınlanamadan 1969 yılında ölmüş olacaktı.
Hayatının son yıllarında, yazdığı romanlar hakkında çeşitli söylentiler çıkan, kalp yetmezliği ve ruhsal çöküntü içinde sıkışan Kosinski, banyo küvetinde başına geçirdiği bir naylon torbayla intihar ettiğinde elli sekiz yaşındaydı.
Ölmeden önce bir kâğıda “Her zamankinden daha uzun bir süre uyuyacağım. Buna sonsuzluk deyin” diye yazmıştı.

18 Nisan 2018 Çarşamba

Huzur




                                                      Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
                                                       Yayınevi: Dergah Yayınları
                                                       Kapak Tasarım: Ercan Patlak
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Aralık 2017 - 29. Baskı

Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, roman boyunca kendisini "huzur"a kavuşturacak bir "iç nizam"ı aramaktadır. Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hâkim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır. İstanbul, bu aşkın yaşandığı çevre olmaktan çıkarak, âdeta bir roman kahramanı gibi ele alınır. Huzur için, belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor denebilir. (Arka Kapak)


Yorumlarımız:

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ilk okuduğumuz kitap Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmuştu. Bu kitabı çok severek okumuştum çünkü dili yalın, Tanzimat sonu- Cumhuriyetin başını kapsayan dönem romanı olmasına rağmen “zamansız/ güncel” sayılabilecek konuları anlatması/ düşündürmesi beni etkilemişti.
Yazarın Huzur romanını ise çok farklı buldum. Özellikle sanat için sanat felsefesiyle yazılmış olduğundan dili çok ağır, ayrıca gerçek bir dönem romanı; şöyleki bence tartışılan politik konular, roman kahramanlarının duygu ve düşünceleri günümüzde geçerliliğini kaybetmiş kavramlar diye nitelendirilebilir. Ayrıca yazarın entellektüel seviyesini ispat etmek istercesine tartışılan konuları takip edebilmek için ciddi şekilde Klasik Turk Musikisi, edebiyatı, ayrıca Fransız edebiyatı ile ilgili derin bir birikimine sahip olmak gerekiyor. Aksi takdirde uzun tasvirlerin ve mukayeselerin yer aldiğı paragraflarda konudan kopup gitmek işten bile değil. Ana tema olarak işlenen sonu olmayan aşk başlarda Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesini hatırlattıysa da sonradan konular çok daha girift bir hal alıp, benim için hem politik hem de yaşananlar ve kahramanların psikolojilerini takip açısından oldukça zorlayıcı bir okuma şekline dönüştü. Huzur Türk edebiyatının bir baş yapıtı olarak nitelendirilmesi açısından kitap kulübünde okunması gerekti ancak benim kişisel seçimim olmazdı.  DEMET

 “Huzur”, bir sürü huzursuz insanın huzur’u arama romanı değil de kendi huzursuzlukları içinde debelenme romanı. Dili ağır, okuması zor, çok fazla detay var üstelik bu detayların romanın akışına hiç etkisi yok. Okunması gereken ilk on Türk romanı içinde yer alan bu kitap belki yazıldığı dönemde çok yenilikler getirmiş bir dönem romanı olabilir ama beni hiç etkilemedi.
Tanpınar’dan bir kitap okumak istiyorsanız “Saatleri Ayarlama Enstitisü”nü okumanızı tavsiye ederim. Altı sene evvel okuduğumuzda hepimiz çok sevmiş ve zamansız bir roman olduğunu düşünmüştük.  NURİZER

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar 'ın ilk romanıdır ve 1937-38 yıllarında İstanbul'da geçen Mümtaz ve Nuran'nın aşkını anlatır. Romanın arka planında savaş öncesi dönemde İstanbul'daki entellektüel ve üst sınıf halkın sosyal hayatı ve dönemin koşulları ile ilgili siyasi fikirlerini felsefi konuşmalar, düşünce, gözlem ve tespitlerle  detaylı bir şekilde anlatır.

Romanda Bir çok karekter ve hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. İstanbul'da Boğaziçi , Beyoğlu v.s. semtleri ve balıkçıları,sahafları v.s. esnafı  ile romanın bir karekteri olarak işleniyor. Ayrıca resim,müzik ve edebiyatı Doğu ve Batı kültürlerinden örneklerle sentezleyerek, herikisine de açık olduğunu gösterip, geçmişimizin sahip olmamız gereken değerleri ile Batı'nın almamız gereken değerlerini entellektüel bakışı ile roman içinde sıklıkla kullanıyor. 

Şairliği ile bilinen Tanpınar bu romanında şairlikten gelen şiirselliği yaptığı  tasvirlerinde  ve anlatımında fazlasıyla yansıtıyor. Osmanlıca kelimelerin bolca kullanılması , paragraf boyutunda uzun cümleler kurulması, olaylar zinciri yerine durum ve düşünceler üzerine gelişen bir roman olması, dilinin ağır olmasını ve akıcılığını etkilediği için benim için zor okunan ve yer yer de sıkıcı olduğunu belirtmeliyim . IŞIL

Not: 2012 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayat hikayesini ilk romanını okuduğumuzda yazdığımızdan, Blog’umuzun “Yazarlar” bölümünden ulaşabilirsiniz.                                               

29 Mart 2018 Perşembe

Mülksüzler




                                            Yazar: Ursula K. Le Guin
                                            Yayınevi: Metis Yayınları
                                            Orijinal Adı: The Disposseessed, 1974
                                            Orijinal Dili: İngilizce
                                            Çeviren: Levent Mollamustafaoğlu
                                            Kapak Tasarım: Emine Bora
                                            Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Ekim 2017 - 17. Baskı

"...Vermediğimiz şeyi alamazsınız,
kendinizi vermeniz gerekir.
Devrim'i satın alamazsınız.
Devrim'i yapamazsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak.
Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiç bir yerde değildir."
Konuşmasını bitirirken, yaklaşan polis helikopterlerinin gürültüsü sesini boğmaya başladı.

"Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Ursula K. LeGuin bu sene vefatı dolayısıyla ismini öğrendiğim ve kendisi ile ilgili bir takım bilgileri edindiğim bir yazar. Hakkında okuduklarım, benim onun kitaplarını merak etmeme neden oldu ve okumaya en bilinen ödüllü kitabı Mülksüzler ile başlama fırsatını buldum. Kitap bilim kurgu olarak tasarlanmış ancak tartışılan konu bildiğimiz politik yönetim şekilleri- yazar bunu çeşitli ve farklı dünyalar/ gezegenler üzerinden yapıyor ve kitap kahramanının bir fizikçi olması nedeniyle kitapta  bir takım fizik kuramlarını da yer veriyor. Benim okuduğum kitaplar arasında gerek kurgu, gerek içerik olarak, en enteresan aynı zamanda düşündürücü bulduğum kitaplar arasında yerini sağlam bir şekilde aldı! Şöyle ki genelde kitap okurken elime kalem alıp, sayfaları veya paragrafları işaretleme adetim olmamasına rağmen bu kitabın 35. sayfasına geldiğimde bir kaleme ihtiyaç duydum ve bir kitaba hiç bu kadar çok işaret koyduğumu hatırlamıyorum. Mülksüzlerde tartışılan politik sistemler tamamen tarafsız bir gözlemle anlatılmış bu yüzden hiç bir şey empoze edilmiyor sadece sizi derin düşünmeye teşvik ediyor. Kitap özellikle bu nedenle çok sıradışı ve bu yüzden herkesin zorlansa da okuması gerektiğine inandığım bir eser. Bu kitabı bitirdiğimde insan beyninin ne kadar sıradışı, sınır tanımaz ve yaratıcı olabileceğinin bir kanıtı diye düşündüm. DEMET

Bu ay Ursula K. Leguin’in ütopik ve bilimkurgu diye adlandırılan Mülksüzler romanını okuduk ve tartıştık. Neredeyse 10 yıla yaklaşan kitap kulübü birlikteliğimizde ilk defa bu türden bir roman okuduk. Aslında okuduğumuz bir çok romanda bir dolu futuristik öge yada irreal/hayal ürünü olgu ve karakterler vardı ama bu roman hiçbirine benzemiyordu, farklıydı…
Esas olarak romanda Urras ve Anarres adlı iki gezegendeki yaşamlar, Anarres’den Urras’a göç eden ve sonra da geri dönen fizik bilim alimi Shevek’in hayatı çerçevesinde kurgulanmış. Urras bildiğimiz yani bizim dünyamız gibi. Yeşillikler, dağlar, denizler, hayvanlar var. Kapitalist bir sistemle idare ediliyor. Dolaysıyla zengin, ferah bir topluluk ve fakir, mağdur, ezilen, özgürlüklerden yoksun başka bir topluluk var. Merkeziyetçi devlet otoritesi, asker, polis her yerde. Bu gezegenden yıllar önce özgürlükleri, mülksüzlüğü savunduğu için kovulan Odo adlı bir kadın ve onu destekleyen insanlar ayrılıp Urras adlı uydu gezegene göç ediyorlar. Urras’da kurulan toplumda devlet, yasa, asker, polis, bürokrasi, mülk edinme, cinsiyet ayrımcılığı yok. İnsan yaşamında sonsuz özgürlük var. Kendi eşine veya çocuğuna bile mülkün olarak sahiplenemezsin. Kişi vicdanı serbest. Tek denetleme mekanizması toplum vicdanı. Onun için Urras anarşist, Anarres arsist (kapitalist) düzeni simgeliyor. Ancak roman okundukça, derinlere inildikçe anlaşılıyor ki sosyal sistemler ne kadar farklı olurlarsa olsunlar yada ne kadar kural konulursa konulsun uygulamada, gerçek hayatta sistem başka formlara dönüşebiliyor, kurallar hiçe sayılabiliyor. Romanda söz konusu iki sistem hiçbir şekilde biri diğerinden üstündür yada değersizdir diye betimlenmemiş. İnsanın aşırı hırslı, bencil, rekabetçi, kıskanç, güç sahibi olmaya hevesli ve genellikle yenileğe kapalı karakterinin düzenden bağımsız  var olduğunu ve içinde bulunan düzenin kurallarını bozduğu vurgulamış. Romanın baş kahramanı Shevek’in hayatında tüm bu etkileri fazlası ile görüyoruz. Fizik alimi Shevek genel zaman kuramını Urras’da açıklayamayınca Anarres’e gider. Orada üç yıl kalır, sistemden dolayı bazı sıkıntılar çeker; çocuklarını ve çocuklarının annesini de çok özlediği için Urras’a geri döner….
Adını ütopik de koysak, bilim kurgu da koysak bu roman yaşadığımız dünyadan hiç farklı değil aslında. Sistemler hangi kuralları koyarsa koysun insan doğası onları şekillendirir. Bu beklenmedik bir şey de değildir bence. Bu roman bizi bu konuda bir kez daha düşündürüyor ve uyandırıyor..
Çok kolay okunan bir roman değildi, hatta hiç değildi. Kronolojik bir sıra yoktu. İsimler, bağlantılar, teknik veriler karışık, bazen sıkıcı idi. Ama sona doğru merakla ve zevk alarak okudum. İnternetden kritikleri okuduğumda ne kadar aynı düşündüğümü hayretle fark ettim. Bu romanı siz de okuyun bence.
Bu arada Mart 2018 tarihli Bilim ve Gelecek dergisinde Nesrin Timur’un ‘Ursula K. Le Guin şimdi artık bir ü-topyada’ adlı  bir makalesi var. Bu yazıyı okuyunca 88 yıllık hayatında Leguin’in gerek akademisyen/yazar annesi ve babası ile gerek akademisyen kocası, iki kızı ve bir oğlu ile ne kadar ferah içinde bir hayat sürdüğünü görüyorsunuz. Kendisi son derece entelektüel bir feminist. Bu makale yazarı iyi anlamak/tanınmak için mutlak okunmalı: Burada Leguin  der ki ‘……. Direniş ve değişim genellikle sanattan başlar. Ve daha sık olarak da bizim sanatımızdan, sözlerin sanatından başlar…’. Aynı makalede Leguin’in Karabacak adlı Türk edebiyat dergisine yaptığı söyleşide Türk edebiyatını bilmediğini bu konuda cahil olduğunu, Orhan Pamuk kitabını okurken yarım bıraktığını söylemiş, okuduğu kitapta  cinsiyet ayrımcılığı olduğunu ima etmiştir. Açıkçası Orhan Pamuk’un bir dolu kitabını okuyan bir kişi olarak ben Orhan Pamuk romanlarında  özellikle böyle bir vurgu olduğunu kabul etmiyorum. Keşke LeGuin tek bir kitap okuyarak böyle bir yargıya varmasaydı. Acaba önyargısı mı vardı ???? LEYLA

Şubat toplantımızdan bir kaç gün önce vefatını gazetelerden öğrendiğimiz Ursula LeGuin hepimizin ilgisini çekmişti. Şimdiye kadar birçok ödül kazanmış olan yazarı hiçbirimiz tanımıyorduk. Bu yüzden yazarın en önemli eseri olarak öne çıkan “Mülksüzler”i okumaya karar verdik.
Farklı insan isimleri, yer isimleri, Fizik kuramları, değişik tanımlamalar derken çok zor okudum. Kitabın sonunda Bülent Somay tarafından yazılan “Son Söz”ü okuduktan sonra bir takım şeyler daha da netleşti. İnternetten bazı yorumlara bakınca da yazarın kitabın bütününe yaydığı sembolleri öğrendim. Bu bilgiler ışığında kitabı ikinci defa okudum. İlk defa okurken altını çizdiğim felsefik cümleleri yorumlamak daha kolay oldu.
Yazar “İkircikli Bir Ütopya” olarak adlandırdığı romanında hepimizin bildiği Kapitalizm, Komünizm, Anarşizm gibi politik sistemleri tarafsız bir gözle, olumlu ve olumsuz yönleri ile hayali iki gezegendeki yaşam üzerinden anlatıyor. Ütopya olmasına rağmen ideal bir toplum yapısını anlatmıyor. İnsanların mülkiyetçi, aç gözlü, yeniliğe kapalı, yüksek egoları içinde bulundukları toplumda ideal düzene izin vermiyor sonucuna varıyor yazar.
Çok zor okunan bir kitap. Ama biraz özümseyip, anlayınca ve arkadaşlarınızla tartışınca iyi ki okumuşum diyeceksiniz. Belki fikirlerin bazıları sizin düşündükleriniz olabilir, bazıları size yeni olabilir, ama düşündüren ve öğreten bir roman. Belki komik gelecek ama size tavsiyem kitaba başlamadan önce sonunda yer alan “Son Söz”ü okuduktan sonra romana başlamanız olacak. NURİZER