24 Aralık 2014 Çarşamba

   
                          Kitaplarla dolu sağlıklı, keyifli bir yıl dileriz....

20 Aralık 2014 Cumartesi

Angela Merkel

                                                       

                                                       Yazar: Gerd Langguth
                                                       Yayınevi: Elips Kitap
                                                       Orijinal Adı: Angela Merkel
                                                       Orijinal Dili: Almanca
                                                       Çeviren: Rukiye Duygu
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Şubat 2006 - 1. Baskı 


Biyografileri ilgi çekici ve okunmaya değer kılmanın yolu, ele alınan kişinin az bilinen, belki de daha önce hiç gün ışığına çıkmamış yönlerini ortaya çıkarmaktan geçiyor. Bu kişi eğer siyaset sahnesinde yer alıyorsa, merak edilenler ve bilinmeyenler bir o kadar anlam ve önem kazanıyor. Sovyetler Birliği´nin dağılması ve Doğu Bloku´nun çözülmesi sonrasında değişen dengeler ve siyasi konjonktür Almanya özelinde ayrı bir önem taşıyor. Angela Merkel işte bu sürece bizzat şahit olmuş bir siyasetçi. Bu kitap, Doğu Almanya´da yetişmiş, fizik eğitimi almış bir siyasetçi, bir rahip kızı olan Angela Merkel´in başka hiçbir yerde bulamayacağınız nitelikte bir portresini çizme iddiasını taşıyor. (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:

Angele Merkel şu anda Almanya başbakanı, tarihin çok önemli bir dönemine şahitlik etmiş bir isimdir.
Sovyetler birliği dağılmadan önce hayatının otuz beş yılı Doğu Almanya'da geçmiş, duvarların yıkılışını görmüş bir şahsiyettir. Rahip kızı olmasına rağmen teoloji yerine fizik eğitimini tercih etmiştir.
Gert Languttun yazdığı bu biyografi ve kitabındaki röportajına göre Merkel şu vasıfları taşımaktadır.
Öncelikle çok çalışkandır. Çocukluk ve gençlik yıllarında Doğu Almanya'da yaşamış olmanın ona kazandırdığı bazı kazanımlar vardır. Mesela acele karar vermemek, geri dönüş yaptıracak yanlışlara düşmemek gibi. Sakin mizaclı, gereksiz öne çıkmayan, düşünerek hareket eden fakat hırslı ve azimli bir karaktere sahiptir. Yıllar onu siyasette olgunlaştırmış daha sonraları ezebilen tilki gibi  kurnaz bir karaktere bürünmüştür.Zamanında hem kilise karşıtı gibi gözükmüş, yeri geldiğnde rahip kızı olmayı fırsat görmüştür.Hristiyan öğrenci derneğine üye olmuş ama yüksek okulda FDJ nin içinde de bulunmuş.Prağa ziyaretlerinde Rudolf Zahradink'i ziyaret etmiş onu yol gösterici olarak görmüştür.Haverman' ı çok cesareti bir insan olarak tanımlamış,Doğu ve Batıya karşı üçüncü yol teorisinden pek etkilenmemiştir. ''Olmayan bir şey için üzüleceğime olanla mutlu olmayı''  felsefe edinmiştir.1989 da Demokratik Halk Partisine katılmış.1 ekim 1990 da CDU üyesi olmuş, hükümet sözcülüğü görevi üstlenmiş, Helmut Kohl'den aldığı tavsiyelerle kendini geliştirdiğini ifade etmiştir. Gençliğinin Demokratik Almanya’da geçtiğini, şimdi kendini ''bütün kalbimle Birleşmiş Almanya'dayım'' diye ifade etmiştir.''Küreselleşen dünyada tartışmayı öğrenmeliyiz, değişimi kötü birşey olarak görmemeliyiz'' demiştir. Çevre konularında hassas olup, en büyük hayal kırıklığının kimyasal atıkların belirlenen oranın üzerinde çıkmasıdır ifadesiyle hassasiyetini pekiştirmiştir.

Özeline pek girilmesinden hoşlanmayan dünyanın sayılı kadın liderlerinden olan Merkel'i daha farklı bir kitaptan tanımaya çalışmanızı tavsiye ederim. ZELİHA

Uzun zamandır biyografi okumak istiyorduk. Sonunda “Angela Merkel”e karar verdik. Ama sanırım yanlış bir yazardan okuduk, bol bol istatistik ve Alman siyasetinden tanımadığımız bir sürü isim. Kötü bir anlatım ve kötü bir tercüme.
Merkel’in hayatını okuduktan sonra şöyle özetleyebilirim. Hayatta ilerlemenin kurallarından biri çok çalışkan ve akıllı olmanın yanı sıra, doğru zamanda doğru yerde olmak gerek. Duvar yıkılıp Doğu ve Batı Almanya birleştiğinde, Merkel Doğu’dan gelen tek kadın milletvekili olmasaydı acaba bugün başbakan olurmuydu?? NURİZER


2014 yılı bitmeden kitap kulübümüzde bir biyografi okumak istedik ve seçtiğimiz kitap Angela Merkel oldu. Bu seçimi yapma nedenimiz yakın Avrupa tarihini bilhassa Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesindeki süreci daha iyi anlamak, dolayısıyla AB’nin lokomotif ülkesi ile ilgili daha fazla bilgi edinmekti.  Ancak yazar başka bir milletvekili (Gerd Langguth) mi olduğundan desem son derece istatistiki bilgi içeren daha doğrusu o formatta yazılmış, okuması zor, yorumsuz yani kuru bir biyografi idi. Ama her ne olursa olsun Almanya başbakanı hakkında ciddi bilgi sahibi olmaya yetti ve bugünkü Angela Merkel'e de ışık tuttu tabii- bu kadar renksiz olması için daha ne olabilirdi ki; son derece disiplinli bir milletin mensubu, rahip kızı ve Doğu Alman olarakta hayatının 35 senesini komünist düzende yaşamış bir insan!- hayatta kim daha disiplinli ve rengini göstermemeye bu kadar eğitilmiş olabilir ki?? Bence kafası işleyen (zaten fizikçi) ancak kuzu postu altında bir tilki! Bugün AB de uygulanan ve kanımca yanlış ekonomik politikaların da mimarı olması kaçınılmaz çünkü alt yapısı buna çok müsait- her şeyin iki kere iki ettiğine inandığı bir dünyanın insanı o. Ama insan faktörü ve reaksiyonları da var ekonomi biliminin içinde ve bu yüzden tüm Avrupa'yı deflasyona sürüklüyor Almanya’nın empoze ettiği ekonomik politika. Umarım bu durum AB ekonomisi daha da kötüleşmeden fark edilir ve daha rasyonel ekonomik politikaların uygulamasına geçilir. DEMET


Uzun zamandır bir otobiyografik kitap okumak istiyorduk. Ancak aramızda tartışıp Gerd Langguth’un yazdığı biyografik ‘Angela Merkel’i okumaya karar verdik. Doğu Almanya’da gençlik yıllarını geçirip Almanya’nın birleşmesinden sonra politikada hızla ilerleyen bu entelektüel ‘kadın’ın hayatını okumak, felsefesini anlamak hemen hepimize ilginç gelmişti.
Ne yazık ki kitap bu beklentilerimize cevap veremedi. Her şeyden önce çevirisi gerçekten standartların altında. Kitapta Angela’nın hayatı anlatılırken Almanya’daki politik gelişmeler, partilerin yapısı, koalisyon hükümetleri uzun uzun anlatılmış ki bu durum eğer özel ilgi alanınız değilse çok sıkıcı gelebiliyor (benim için öyleydi). Neyse ki kitabın sonunda Angele Merkel ile 2005 yılında yapılan bir röportaj onu biraz daha tanımamıza ve anlamamıza yardımcı oldu. Angela Merkel başından beri kapitalist sistemi ve piyasa ekonomisini Doğu Almanya’nın katı komünist rejimine yeğ tutmuştur. Dindarlığa ne karşı ne taraf olmuştur. Doğu Almanya’da önemli bir mevkiye sahip olan rahip babasından dolayı zaman zaman sıkıntılar çekmiş ancak çoğu zaman da bu durum ona bazı kapıları açmıştır.
Angela merkel 2005 yılından itibaren başbakan olmuştur. Önümüzdeki yıl nerdeyse on yılını dolduracaktır bu önemli koltukta, ancak kitap 2006 da yayınlandığı için biz onun başbakanlık yıllarındaki performansını göremiyoruz. Bu nedenle tekrar bir araştırma yaptım ve aşağıdaki kitabın bu bakımdan çok yararlı bilgilerle dolu olduğunu gördüm. İlgilenenler için: 

ANGELA MERKEL,The Chancellor and her world, By Stefan Kornelius
The authorized Biography, Alma Boks, 2013 

Her şeye rağmen mevcut kitabı okuduğumda Angela Merkel için edindiğim intibaları size şu sıfatlarla açıklayabilirim: hırslı ama sakin; hesapçı; fırsatları yaratan, yakalayan; şanslı bazen de sinsi; açık, rahat ve direk konuşan ancak kafasının arkasında daima bir planı hazır bekleyen; iyi bir dinleyici; tuttuğunu koparan; entelektüel; dış görünüş vız gelir tırıs gider; zeki; ilim kadını; erkekler dünyasının meleği (mecazi ve isminin çevirisi anlamında)…
Sonuç olarak bence  başarısının altında tüm özelliklerini harmanlayıp, sunabilmesinde yatıyor. Gene de size tavsiye edeceğim yukarıda yazdığım yeni kitap. Ben de okumaya başladım. O da bir çeviri ama şimdilik iyi görünüyor…
2014 ün şu son günlerinde hepinize ışıl ışıl bir yeni yıl diliyorum.
Kadınlara bir çıt pozitif ayrımcılık yapıp daha parlak günler diliyorum, çünkü eşitliği sağlamak için bu şart. Yoksa ben zaten ‘insanlığı’ ve ‘barış’ı seviyorum, ayrımcılıktan nefret ediyorum..
Kalın sağlıcakla… LEYLA




Gerd Langguth


Gerd Langguth 18 Mayıs 1946’da Wertheim’da doğdu. Üniversitede iken Hristiyan Demokrat Öğrenci Derneğinin başkanlığını yaptı.1976 – 1980 arası CDU üyesiydi. 1986 ve 1987 yılları arasında federal düzeyde bir memur olarak Berlin'i temsil etti. From 1988 to 1993, he was head of the European Commission 's representation in Germany, in Bonn. 1988 ile 1993 yılları arasında Almanya’nın Avrupa Birliği Komisyonu başkanlığını yaptı.
2003 ile 2004 yıllarında Bürgerkonvent, siyasi ve ekonomik reform için hareketin yönetim kurulu üyesi oldu.
Gerd Langguth lectured on European integration.Gerd Langguth, Bonn Üniversitesinde Siyaset Bilimleri Fakültesinde Avrupa entegrasyonu, uluslararası terörizm, Alman kurumları ve siyasi karar süreçleri konularında dersler vermiştir.
Angela Merkel ve Horst Köhler’in biyografilerini yazmıştır.

12 Mayıs 2013’de vefat etmiştir.

11 Aralık 2014 Perşembe

AZ


Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az...
O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.
O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.
Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
Senin ve benim gibi... (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:

Bu ay okumak için seçtiğimiz kitap Hakan Günday'ın AZ romanı idi. Hakan Günday yeraltı edebiyatı türünün en tanınmış Türk yazarlarımızdan. İlk defa okuduğum bir yazar ve edebiyat türünden son derece etkilendim. Konu itibariyle fazla sert ve sarsıcı buldum. Benim için öteki Türkiye diyebileceğim bir yaşantı. Her ne kadar olaylar son derece fantastik gelse de bunlar da Türkiye'nin gerçekleri.
Romanın ana karakterleri aynı adı taşıyan iki Derda. Bunlardan biri küçük yaşta evlendirilerek köyünden Londra'ya gelin giden bir kız. Onun yaşadığı inanılmaz değişimler okudukça gelişen şaşırtıcı, sürprizlerle dolu bir yaşam ilk bölümde anlatılıyor.
İkinci bölümde diğer Derda; babası hapishanede, annesi yakalandığı hastalıktan dolayı ölmüş bir erkek çocuğunun yaşamındaki gelişen olaylar anlatılıyor.
Son bölümde ise iki Derda'nın yollarının kesişmesi gerçekleşiyor.
Her iki Derda da tam bir tutunamayan. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri yok, bu da onların yaşamlarında karşılarına çıkanlar tarafından kullanılmalarına rağmen hayatta kalmayı başarmalarını, zorluklara dayanabilmelerini sağlıyor.
Mükemmel bir akıcılık ve kurgu ile okudukça okuyucu şaşırtan, sürükleyen bir anlatım.
Tesadüflerin fazlalığı biraz bu kadar da olmaz dedirtse de, gelişen olaylar ruhunuzu daraltıp, sizi rahatsız etse de tavsiye edeceğim bir roman. IŞIL


“AZ”, Hakan Günday’dan okuduğum ilk roman. Roman 11 yaşında hayatın acımazsızlığını çok sert bir biçimde yaşayarak erken büyümek zorunda kalan kız Derdâ ile farklı acılar yaşayarak hayata atılan erkek Derda’nın hayatların anlatıldığı iki ayrı bölümden oluşuyor. Sonrada onların yollarının kesişmesi çok güzel ve akıcı bir şekilde anlatılmış. Çok kolay okudum ama bitirince yazarın ne kadar da çok anlatacak şeyi varmış dedim. Kadına şiddet, erken yaşta evlendirilme, tarikatlar, madde bağımlılığı, rehabilitasyon, korsan kitap basımı ve satışı, sadomazoşist ilişkiler, İslami düşünceye sahip ailelerde korkuya dayalı ilişkiler, öğrenci yurtlarında yaşananlar, hapishane hayatı, mafya ve daha bir sürü başlık.
Yazarın dediği gibi “Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.” Yazarda bu alfabeyi kullanıp anlatmak istediği her konuya değinmiş. Gerçi bunlar birbirine çok güzel bağlanmış ama insanların, 80 yılda yaşamış olsalar, başından bu kadar çok olay geçer mi? Ama beni en çok rahatsız eden şey kitapta tesadüflerin çok olması. Ana karakterlerin karşılaşması dışında, ana karakterlerle yan karakterler arasındaki tesadüfler biraz fazla geldi. Sonuçta olaylar küçücük bir köyde geçmiyor, kadın karakter Londra’da erkek ise İstanbul’da.
Kitabın başındaki örümcek lekesi ile başlayan sayfalar ve romanın son sayfaları bence çok başarılı.Kitabı okumanızı tavsiye ederim. Genç ve başarılı bir yazarla tanışmak için güzel bir seçim. NURİZER



Hakan Günday’ın kitabı AZ, çok şey söyleyen sert bir kitap aslında. Türkiye’nin acı gerçeklerinin işlendiği Doğu’daki yaşam, kadın ve çocuk istismarı, yoksulluk gibi öğelerin yanısıra tüm bu yaşam şartlarının yurt dışına taşınması ile dindarlık, cinsellik gibi konular Londra da Türk varoş yaşantısında devam ettirilmiş ki kitabın kanımca en değişik ve ilginç yanı buydu çünkü pek farkında olmadığımız veya göz ardı ettiğimiz yurt dışında dinci kesim yaşam şartlarını da örneğin geçim kaynağı olarak uyuşturucu ticareti de dahil olmak üzere mafya ilişkileri üzerine kurulu bir düzenin varlığı gözler önüne seriliyor. Tabii bu topluluk içinde her türlü sömürülmeye ve kullanılmaya devam edilen kadınlar ve onların çilekeş yaşamları da sergilenmekte. Tüm bu çarpık ilişkiler yumağı içinde yazar batı toplumunun alt kesiminde olan bitenleri, onların sefil yaşamlarını da göstermekte bizlere. Kitapta ana kahraman bir şekilde içine bulunduğu ortamdan kurtulmayı başarıyor ve kendisiyle aynı ismi taşıyan erkek kahramanla yolları kesişip her ikisi de ömürlerinin ikinci yarısını birlikte mutlu olarak sürdürüp yaşamlarını sonlandırıyorlar. Kitap bana göre güçlü insan yapısının nelerle başa çıkabildiğini göstermesi ve şartlar ne olursa olsun küçükte olsa her zaman bir umut olduğunu göstermesi açısından önemli- yeter ki insan yeterince mücadele etme cesaretini ve yaşama tutunma gayretini göstersin. DEMET


Şiddet, Şiddet, Şiddet çocukluk şiddeti, yaşam şiddeti, yalnızlığın şiddeti, aşkın, inancın sayabildiğin kadar çok şiddet. İçini burka burka okuyarak, bu romanda hepsini bulabilirsin.
Onbir yaşında iken evlendirilip okulundan, köyünden, yurdundan uzaklaştırılan Derda. Hiçbirşey bilmeden, hem şiddeti, hem cinselliği yaşıyor çocuk yaşında.
İnanmak zor, ama gerçek, Londra'da yaşadığı kötü tesadüflere. Hata babasının bilmeden tecavüzünden bile son dakikada kurtuluşu. Umut beklediği komşusunun sadist istekleri. Bir insanın kaderi, kötü başlayınca, hep kötümü gider? İnsan olup nasıl isyan etmeden yaşanabilir?
Ve erkek Derda. Hapisteki gaspçının oğlu. İkinci bir kötü yazgı, acımasız çocukluk. Yetimhaneye düşmemek için yaşadıkları. İki acılı çocuğun mezarlıkta buluşmaları. Sonrasını okumak isteyenlere bırakalım.
Yazar Hakan Günday rahat okunabilir bir anlatım ve güzel bir kurguyla romanı bize sunmuş. Şayet acıya ve çırpınışlara tahammül edebiliyorsanız, okumalısınız derim.
Ben sonunda Tanrının bana sundukları için teşekkür ettim. ZELİHA


Hakan Günday’ın “Az” romanı Derdalar’ın hayat hikâyesi. Birinci bölümde 11 yaşında köyünden koparılıp Londra’ya gönderilen ve orada özellikle hayatın akıl almaz zorlukları ile mücadele eden Derda’nın hikâyesi anlatılmış. İkinci bölümde ise babası hapiste olan, annesini kaybetmiş ve “kötü insanlar”la bitmek tükenmek bilmeyen mücadelelere girmiş erkek Derda var. Romanın sonunda  bu iki Derda’nın karşılaşması ve hayatı paylaşımı anlatılıyor… Ne kadar günümüzdeki gerçekleri son derece akıcı bir dille yazsa da ben romanı okurken çok sıkıldım. Belki tesadüflerin fazlalığı bana ‘artık bu kadar da olmaz’ dedirtti; belki romandaki konular, din istismarcılığı, mazoşizm,  insana yapılan maddi ve manevi eziyet, her türlü şiddet içimi sıktı, beni boğdu. Hani olur ya insan bazen bazı gerçekleri kabul etmekte zorlanır, ben de öyle oldum…. Son olarak tek söylemek istediğim şey yaşadığım hayata şükür etmek oldu. LEYLA




24 Kasım 2014 Pazartesi

Hakan Günday



 
29 Mayıs 1976'da, Yunanistan'ın Rodos adasında doğdu. İlkokulu Brüksel'de Athenee Royale de Berkendael'de bitirdi. 1994 yılında Ankara Tevfik Fikret Lisesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümüne girdi. Bir yıl devam ettikten sonra Brüksel'de bulunan Universite Libre de Bruxelles'in Siyasal Bilimler Bölümü'ne kaydoldu. Ve birinci yılın ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'ne geçti. 
İlk romanı “Kinyas ve Kayra”yı 2000 yılında yazdı. Diğer romanları; Zargana (2002), Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007), Ziyan (2009), Az (2011), Daha (2013).

15 Kasım 2014 tarihli Hürriyet gazetesi haberine göre (http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/etkinlik/19246083.asp) Dünya Kitap Ödülleri Seçici Kurulu ‘Yılın Telif Kitabı’ ödülünü; Hakan Günday’ın “Az”’ adlı romanına vermiş.

Gabriel Garcia Marquez


2011 yılında  “Kolera Günlerinde Aşk” romanını okuyup çok beğendiğimiz Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez 17 Nisan 2014 tarihinde yaşamını yitirince bir kez daha okumaya karar verdik. Bu kez yazara asıl ününü sağlayan adıyla özdeşleşmiş “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını tercih ettik. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Gabriel Garcia Marquez kitabı 1967 yılında yazdı. Kitabı yazmak yazarın yaklaşık iki yılını almış fakat kitabı kurgulamak için yazarın çok uzun bir zaman harcadığı belirtiliyor. Kitabında yazar, kendisini çocukluğunda etkileyen her şeyi edebiyat vasıtası ile okurlarına anlatıyor. Romanın İspanyolca ilk basımı bir hafta içinde tükenmiş. Sonraki 30 yıl içinde kitap 30'dan fazla dile çevrilmiş.

Yazarın hayatını blogumuzda özetlemiştik;


Ayrıca yazarın yaşama dair düşünceleri ilgili bir yazı daha var blogumuzda, okumak isterseniz: http://8ekiz-8ekiz.blogspot.com.tr/2011/01/yasam-icin-13-satr.html

23 Kasım 2014 Pazar

Yüzyıllık Yalnızlık







                                                        Yazar: Gabriel Garcia Marquez
                                                        Yayınevi: Can Yayınları
                                                        Orijinal Adı: Cien Anos de Soledad
                                                        Orijinal Dili: İspanyolca
                                                        Çeviren: Seçkin Selvi
                                                        Kapak Resmi: Utku Lomlu
                                                        Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Şubat 2014 - 56. Baskı

"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız." (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

Gabriel Garcia Marquez’in ölümü üzerine Yüzyıllık Yalnızlık kitabını öncelikle okumaya karar verdik yazın. Bence çok isabetli de olmuş, çünkü bu kitabı okumadan ünü dünyayı kaplamış Marquez’in hayal dünyasının  ne kadar sınırsız olduğunu düşlemek bile benim için hayal!! Gerçeklerle gerçek üslerin, rüyaların, fantezilerin, zamansızlığın ve hatta mekânsızlığın harmanlanarak önümüze konduğu bu romanı okumak ilk başlarda çok güç geldi. Buendia ailesinin fertlerinin isimlerini romanın sonuna kadar karıştırdım ve sonunda zaten aile ağacına bakmaktan da vazgeçtim. Esasen roman bu ailenin doğuşunu ve yüzyıl sonra yok oluşunu anlatıyor. Bu süreç içinde ama özellikle fertler yaşlandıkça her biri teker teker yalnız kalıyor ve adeta ölümü bekliyorlar. Kalabalıklar içinde yalnızlığı sonuna kadar yaşarlarken okuyucu/izleyici olarak bizler de onlarla aynı duyguları paylaşıyor, onların acı ve hüzünleri bizim oluyor. Yazar tüm bu fantezi dünyasını anlatırken isimlerin karışıklığı dışında bize gayet akıcı bir dille kendi dünyasını anlatıyor. Tezatlarla dolu benzetmeler yapıyor ( yeni doğmuş yaşlı kadın; su gibi serin bir güneş…) İnsan kendisini yazarla birlikte bir nehrin üstünde hızlanarak akan  bir teknede gibi hissediyor. En azından ben romanın akışkanlığını böyle hissettim. Bu teknede yaşlısı, genci tüm aile fertleri var. Sonu gelmez  muhabbet de var, savaş da var, iktidar hırsı da var, aile kavramları da var, kader de var lanet de. Kimi eleştirmenler bu kargaşaya ‘büyülü gerçeklik’ demiş. Gerçekliğini bilmiyorum ama büyülü olduğu kesin. Bir de yazarın dediği ‘yaşlılığın aşılmaz yalnızlığı’ olmasa…
Bence bu kitap anlatılmaz, okunur. Siz de lütfen okuyun… LEYLA

Gabriel Garcia Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanını büyük maddi sıkıntı çektiği dönemde yazarken yayınlanmasını arkadaşlarından aldığı borç parayla gerçekleştirebilmiş bir yazar. Ancak bu roman onun ilk önce Latin Amerika’da sonradan tüm dünya da en tanınmış yazarlar arasına girmesini sağlamış bir mihenk taşı. Yüzyıllık Yalnızlık yazarın konusunu nenesinden dinlediği hikâyeleri de içine alarak, ana tema olan insanın yalnızlığını bir aile üzerinden ve birbirini takip eden nesiller/ aile fertleri üzerinden anlattığı bir roman. Son derece girift ilişkiler, güney Amerika insan yapısı, kültürü, insan başkaldırıları, savaşlar, faşist yönetimler, aşk ilişkileri, aile ilişkileri ayrıntılı bir şekilde anlatılırken araya masalsı fantastik öğelerin serpilmesi “ büyülü gerçeklik” adlı edebiyat akımının başlangıcı olmuş. Yani son derece yaratıcı, sıra dışı bir teknikle yazılmış kitap. Sonuçta “Gabo” haklı bir Edebiyat Nobel’inin de sahibi olmuş. Yazarın okuduğumuz diğer romanı “Kolera Günlerinde Ask”  konu olarak bana daha çok hitap etmesine rağmen bu romanı da sürekliyici bulup ilgiyle okudum. Ancak kolay bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim, özellikle yazarın hayatın tekrarını veya sıradanlığını anlatmak için kullandığını sandığım karakterlerdeki isim benzerliği, olayların bu benzer isimli ancak değişik nesillerin bireyleri tarafından yaşanması, geriye dönüşlerle aynı isimli birkaç kişinin hayatlarını takip etmek zorluğu kitabın okunmasında güçlüğü teşkil eden en önemli unsur kanımca. Gene de muhakkak okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap olarak kütüphanemde yerini aldı. DEMET

1 Temmuz 2014 Salı

Anayurt Oteli


                                                        


                                                 Yazar: Yusuf Atılgan
                                                 Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
                                                 Editör: Pelin Özer
                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2014-27.Baskı


 

"Ne ölü, ne sağ" bir yaşamın kahramanı Zebercet. Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli'yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek başına sürüklenen bir hayat.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen -adını bile bilmediğimiz- kadın otelde bir gece kalır ve
Zebercet'in de, Anayurt Oteli'nin de sessiz akıp giden günlerinin içeriği değişir.

Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor.

Türk edebiyatının unutulmaz bir tipi ve unutulmaz bir mekânı. (Arka Kapaktan)

 Yorumlarımız:
 

Anayurt oteli Zebercet’in yalnız, sıkıntılı, tek düze, otelin dört duvarı içine sıkışıp kalmış yaşantısını anlatıyor. Anlatıcı bu duyguları okuyucuya çok iyi aktarıyor, öyle ki yüz küsur sayfalık kitabı okumak kolay olmadı. Zebercet'in sapkın psikolojisi sonlara doğru daha baskın oluyor ve beklenmedik sonla bitiyor, ya da ona en uygun olabilecek bir sonla bitiyor. Arada bilinç akışı ile geçmişe gidip günümüze dönerek anlatıcı romanın tek düzeliğini kırıyor.
Romanı bitirdikten sonra Anayurt otelinin filmini seyrettim. Zebercet rolündeki Macit Koper'i çok başarılı buldum. Romana sağdık kalınarak çekilmiş film tam da okurken gözümde canlandırdığım gibiydi.
Roman da, film de çok başarılı; ama okuması da, seyretmesi de verdiği sıkıntılı ruh halinden dolayı çok kolay olduğunu söyleyemeyeceğim. IŞIL
 

Anayurt Oteli adlı romanıyla Yusuf Atılgan'ı Türk edebiyat tarihinde tanımaya başlamışız. Okurken  yazara ait üslup, romanı akıcı ve sürükleyici kılıyor, konusunun iç sıkıcı olmasına rağmen.
Roman kahramanı biraz karakterine bağlı, biraz da yaşam koşulları ve geçirdiği çocukluk sendromları nedeniyle sorunlu bir kişilik. Hayatı çalıştırdığı otel ve küçük kasabada birkaç noktada geçiyor.
Kendi dünyasında yalnız yaşıyor. Oteldeki temizlikçi kadınla, zaman zaman sıradan cinsel ilişkisi var. Sevgiden uzak bir yaşantı.. Bazen eşcinsel dürtüleri de oluyor. Garip, tatminsiz bir cinsel hayat sürüyor. Otelde kalan bir kadın müşteri, hayatının değişmesinin nedeni. Ona olan platonik tutkusu, tek düze yaşantısını altüst ediyor.
Romanın güzel olan tarafı, yazarın sade anlaşılır bir dille olayları ve ortamı bize adeta resmetmesi. Kitabı okurken, konuyu film şeridi gibi  hafızamızda canlandırabilmesi. Görüşüm oldukça başarılı bir anlatım.
Sonunda; kahraman olumsuz bir ilişki neticesi temizlikçiyi öldürüyor. Yaşadığı yakalanma korkusu ve  hapsedilme endişesi onu daha da bunalıma sokuyor. Özgürlüğünü kaybetmektense kadının kaldığı odada, kendini asarak intihar ediyor. Yalnızlıklarla dolu bunalımlı bir yaşam ve acı son.
Bence hayat birlikte sevdikçe ve sevildikçe güzel.  ZELİHA

 Anayurt Oteli taşralı Zebercit’in hüzünlü ve yalnız hayat hikâyesi: şayet yaşadıklarına hayat denirse. Çünkü hayat canlılığı, enerjiyi, ışığı, üremeyi, dopdolu ilişkileri çağrıştırır bence. Hâlbuki Zebercet yalnızdır. Zebercet takıntılıdır. İlişkileri vardır ama daha çok gizlidir. Kafasında başka bir dünya dolaşır. Zebercet’in ruh hali sağlıksızdır. Yazarın son sayfada dediği gibi ‘’ bilinçsiz canlı etin ölümü’’ ile hikâye son bulur. Bu roman insanın içini acıtır: zavallılık, merak, melankoli, cinsellik, kurnazlık, çaresizlik, bunalım  ve nice benzer duygular romanın her sayfasına ustalıkla serpiştirilmiştir. Ben yazarın bu tek ve kısa romanını merakla okudum. Dili son derece yalın, cümleleri anlaşılır, kurgusu kronolojikti. Yer, insan ve olay tasvirleri çok kuvvetli olan bu hikâyede kendimi hep tepeden olayları izler gibi hissettim. Faydam olsa Zebercet’e bir çift laf söylemeyi bile düşündüm. Ne gam.. O bildiğini okudu ve bu acı hayatı gene kendi yöntemiyle yok etti.
Çağdaş edebiyatımızın bu sıradışı romanını mutlak okuyunuz derim. Ve derim ki insanoğlunun en büyük ruhsal acısı yalnızlıktır. Dostluk ise emek ister. Bu emeği birbirimizden  esirgemeyelim…. LEYLA

 

Begüm'ün Düğünü


 
8ekizler’e ilkbahar hep uğurlu geliyor. Geçen sene peş peşe iki oğlumuzu evlendirmiştik. Bu sene ise 16 Mayıs’ta Nurizer’in kızı Begüm’ün düğünü oldu. Kitap gurubumuz her zaman ki gibi yine pistte tüm hünerlerini gösterdi.
Begüm ve Mustafa’ya bir ömür boyu mutluluklar dileriz.


 

22 Nisan 2014 Salı

Hayvan Çiftliği


                                               Yazar: George Orwell
                                                Orijinal Adı: Animal Farm
                                                Orijinal Dili: İngilizce
                                                Yayınevi: Can Sanat Yayınları
                                                Çeviren: Celal Üster
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2014, 37. Baskı

İngiliz yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir diğer çok ünlü eseridir. 1940lardaki "reel sos­yalizm"in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.
Hayvan Çiftliğinin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin’i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.
Altbaşlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.
(Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Bu roman için kitabın arka kapağında ‘dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilir’ der. Gerçekten çok duru ve akıcı bir şekilde yazılmış; düşündürücü, bazen ürkütücü, bazen ironik ve bazen de merak uyandıran bir eser.1945 de ilk baskısı yapılan bu roman bana göre bugün de bir başyapıt, maalesef yarın da bir başyapıt olarak kalacaktır. Çünkü lider koltuğuna oturan nerdeyse her canlı empati yapmayı unutup,  o koltuğa yapışıp, artan hırs ve tutkuları ile sınırsız bir güce dönüşüyor. Ancak liderin etrafındaki poh pohçuları kendi menfaatleri uğruna tüm gerçeklere gözlerini kapayarak liderden de lider oluyorlar. Geriye kalan, itaat eden, aşağılanan, hürriyetleri kısıtlanan zavallı gurubun durumu ise çok daha vahim. Çünkü onlar kendilerine yapılmış haksızlıkları onlar için ‘en iyisi’ sanarak uyutuluyorlar. Bu roman toplumu işte böyle üç farklı katmandan irdeliyor. Karakterlerin hayvan olması sadece bir metafor. Uzun lafın kısası burada anlatılanlar ne yazık ki bana hiç yabancı gelmedi. Ya size? LEYLA
George Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı eserini okumaya başladığımda, lise yıllarında edebiyat derslerinde okuduğumuz Fransız şair La Fontaine'i anımsattı bana, fabl tarzı satırlar.Bazen bir masal gibi algılasam da iktidar hırsının insanlara  neler yaptırabileceğini anlatıyordu.Yazar Stalin dönemine atıfta bulunmuş. Bu gerçekliği günümüzde bile görmek mümkün diye düşünüyorum. Kitabı okurken, ilgimi çeken diğer bir konu, bir nevi toplum üzerine uygulanan meditasyondu. Toplumlar nasıl inanmadıkları olaylara, inanır olabiliyorlardı. Sağ kalma ve çıkarları uğruna, inandıklarından uzaklaşabiliyorlardı.
Hayvan Çiftliğinde çiftliği ele geçirerek, iki ayaklılara karşı, dört ayaklıların eşitlik ve özgürlük mücadelesi anlatılıyor. Daha sonra domuzlar ve onlardan birinin liderliğinde her şeyin saptırılması ve diktatörlüğe dönüşmesiyle sonuçlanıyor. Kitabın ön sayfasında ise Stalin dönemine karşı bir taşlama olarak yorumlanmıştır.
Okunması çok kolay, hatırlattıkları çok çok önemli çağdaş klasik bir eser bence. Şiddetle tavsiye ederim. ZELİHA
Yazar dünyayı değiştirme hayalini, hayvanların devrimine tanıklık eden bir çiftlikle anlatıyor. Bay Jones'un kölesi olmaktan sıkılmış olan hayvanlar, bir devrim düzenleyerek Beylik Çiftliği'nin yönetimini ele geçiriyorlar. Ancak saf anlamda başlayan devrim süreci kurnaz hayvanlar tarafından başladığı noktaya geri dönüyor. Hayvan Çiftliği’nde domuzlar kurnaz politikacıları, köpekler onlara dalkavukluk eden iş adamlarını temsil ediyor. Koyunlar ise hayalleri olan, her başa gelen lidere inanan saf halkı temsil ediyor.
Yazıldığı dönem itibari ile Sosyalizm’i ve Stalin’i eleştiren kitabı aslında günümüzde her ülkeye uyarlayabiliriz. Yani seneler geçse de politik rejimler değişse de alt sınıf için kader hiç değişmiyor, sadece isimler değişiyor.
Kitap masal gibi yazıldığından çok kolay okunuyor. Ama çok dikkatli okumak gerek her satırda sisteme ve sistemi yönetenlere dâhice yapılmış taşlamalar var. NURİZER


12 Nisan 2014 Cumartesi

George Orwell


25 Haziran 1903 günü Hindistan’ın Bengal eyaletinde dünyaya gelir. Zengin bir İngiliz ailenin soyundan gelen babası, İngiliz İmparatorluğunun bu en büyük kolonisinde görevlidir. Daha bir yaşındayken, annesi Ida, doğduğunda verilen adıyla Eric Arthur Blair’ı ve ablasını alıp İngiltere’ye geri döner. Okulda gösterdiği üstün başarı sayesinde Kral’ın bursuyla ünlü Eton Okulunda okur. Bu sayede “Brave New World – Cesur Yeni Dünya”nın yazarı Aldous Huxley’in de öğrencisi olur. Maddi imkânsızlıklar nedeniyle Eric eğitimini tamamlayamadan polis teşkilatında göreve başlar. Yedi yıl boyunca anneannesinin yaşadığı Burma adasında “düzeni” koruyacaktır. Genç adam en sonunda İngiltere’ye geri döner. Artık hayalinin peşinde koşacak ve bir yazar olacaktır. Hayranı olduğu Jack London’ın izinden gider ve 1927 yılını Londra’nın en sefil mahallerinde geçirir. Ardından iki yıllığına Paris’e giderek sefaletin ne demek olduğunu biraz da Fransız usulü yaşar.
Eric Blair ilk evliliğini Eileen O’Shaughnessy ile yaptı. Bir yuva kurduktan hemen sonra da İspanya iç savaşına katılıp Cumhuriyetçi Milislerle birlikte faşistlere karşı mücadele verdi. İflah olmaz bir sigara tiryakisiydi. Önce sağlığını sonra ilk eşini kaybetti. İkinci kez veremle boğuşurken Sonia Browell ile evlendi. Ne yazık ki, evliliğinin üzerinden daha bir yıl geçmeden, henüz kırk yedi yaşında ölüm onu edebiyat dünyasından koparacaktır. “Sade bir dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir…” diyen Eric Arthur Blair romanlarını “George Orwell” takma adıyla yayınladı.
Orwell, Burma macerasının ardından yaşadığı serüvenleri, çektiği sıkıntıları,
şahit olduğu sefaleti “Down and Out in Paris and London – Paris ve Londra’da Beş
Parasız” (1933) adlı eserinde okurlarıyla paylaşır.
George Orwell’in Burma’da Polis teşkilatında görevli olduğu dönemde yaşadıklarından esinlenerek yazdığı “Burmese Days – Burma Günleri” (1934), I. Dünya Savaşı sonrasında çöküşe geçen İngiliz emperyalizmini çarpıcı bir dille resmeder.
1938 yılında yayınlanan “Homage to Catalonia” (1938) daha otobiyografik
özellikler taşımaktadır. Yazar bu romanında ise iki yıl süreyle gönüllü olarak
cumhuriyetçilerin safında katıldığı İspanya İç Savaşı’ndaki tecrübelerini,
gözlemlerini anlatır.
1945 yılında yayınlanan “Animal Farm – Hayvan Çiftliği” Orwell’in uzun süre üzerinde çalıştığı bir başyapıttır.
 Orwell “Nineteen Eighty Four – 1984” (1949) adlı eserinde insanların gelecekte nasıl sürekli gözleneceğini, ne söylediklerinin, ne yaptıklarının, nereye gittiklerinin nasıl adım adım izleneceğini dünyaya ilan etmişti.
Orwell, bu kısa hayatına “A Clergyman’s Daugther – Papazın Kızı” (1935), “Keep
the Aspidistra Flying – Aspidistra” (1936), “The Road to Wigan Pier – Wigan
İskelesi Yolu” (1937) ve “Coming up for Air” (1939) adlı eserlerini de sığdırmıştır.
Orwell bir yazar olarak misyonunun yalnızca hikâye anlatmak değil, toplumsal sorunlara ve geleceğin getireceklerine dikkati çekmek olarak görmüştür. Bu bakımdan okuruna hep inandığı gerçekleri söylemiştir çünkü onun için “Bir evrensel aldatı çağında, gerçeği söylemek devrimsel bir eylemdir.”

6 Nisan 2014 Pazar

Suç ve Ceza


                                                Yazar: F. M. Dostoyevski
                                                Orijinal Dili: Rusça
                                                Çeviren: Mazlum Beyhan
                                                Yayınevi: T. İş Bankası Yayınları
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2014- 15.Baskı
 

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar 1849'da I. Nikola'nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya'dan döndükten sonra Petersburg'da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu.
Suç ve Ceza Dostoyevski'nin bütün dünyada en çok okunan başyapıtıdır. (Arka Kapaktan)

 
Yorumlarımız:
 

Klasik bir roman okumamız için ısrar eden Nurizer’e teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Ayrıca seçimimiz de mükemmel oldu. Çünkü bence “Suç ve Ceza” her bakımdan mükemmel bir roman, bir başyapıt. 1860’lı yıllarda yazılmasına rağmen hiçbir yabancılık çekmedim okurken. Ayrıca çevirmen  Mazlum Beyhan’a da çok teşekkür etmek isterim bu yalın ve akıcı dilinden dolayı. 
 
Roman karakterleri sanki bugün de etrafımızda görebileceğimiz  sıradan insanlardı. Onların farklı zaman ve  mekânlarda olması, farklı töreleri bulunması romanın özünü hiç değiştirmiyordu. Bence insanoğlunun dramları, zayıfın güçlüyü ezmesi, ‘doğru’ ve ‘adalet’ kavramlarının göreceli yorumları zamana, mekâna, kültüre göre değişmiyor ya da sadece nüanslar bulunuyor… Gene de insan düşünmeden edemiyor: Acaba Raskolnikov’un kendi adalet anlayışı ( tefeci kadını öldürüp, ondan çalacağı paralarla fakirlere destek olmak) toplumların sağlığı/düzeni  için ne kadar geçerli? Herkes kendi adaletini yaratmaya çalışırsa kaos doğmaz mı? Diğer taraftan Raskolnikov’un makalesinde ileri sürdüğü gibi insanlığın kurucuları, yasa koyucular kendi ileri sürdükleri ülküler için kan dökerken suçlu değiller mi? Ben bu romanı okurken ikilem içinde kaldım. Kimin doğrusu daha doğru? Sanırım bunu hep tartışacağız… LEYLA

Kitabı ilk elime aldığımda 1866 da yazılmış bir klasik üstelik700 sayfa, ben bunu nasıl okuyacağım diye düşündüm. Ama su gibi aktı gitti. Olay örgüsü, karakterlerin romana girişi, akış o kadar güzel ki, ne zaman kitabı elime alsam bırakmak istemedim. Rusçasıda bu kadar rahat okunabilen akıcı bir roman mı yoksa bu Mazlum Beyhan’ın başarısı mı bilemem. Okurken kitap insanı içine alıyor. Sanki samanpazarında dolaşan Raskolnikov değil de benim diye hissettim çoğu zaman. Raskolnikov’un psikolojisi ve vicdan muhasebesi, diğer karakterlerin psikolojik tahlilleri ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
Bir roman boş yere "klasik" sıfatını almıyormuş... Okumanızı şiddetle tavsiye ederim. NURİZER

Ana karakter Raskolnikov müşterisi olduğu tefeci bir kadını ve tesadüfen orada görgü tanığı olan tefeci kadının kız kardeşini öldürüyor. Raskolnikov'un yaşam felsefesine göre etrafındaki kişilerin kanını emen bu tefeci kadını öldürmek cinayet değil toplumun iyiliği için yapılması gerekli bir işlemdir. Ama toplumun yasaları ve ahlak kurallarına göre bu bir cinayettir. Raskolnikov'un yaşadığı ikilemler,vicdan muhakemeleri ve etrafındaki insanlarla kurduğu ilişkiler  ile psikolojik ve  felsefe yönü ağırlıklı bir polisiye roman türüne sokuyor.
Sürükleyici, akıcı ve bir sonrasının ne olacağı heyecanı ile elinizden bırakamayacağınız müthiş bir klasik eser, şiddetle tavsiye edilir. Ayrıca çevirideki başarının kitabın rahat okunmasında önemli bir yeri olduğunu ilave etmeliyim. IŞIL

Uzun zamandır arzuladığımız bir dünya klasiği okumaktı. Kararımız; ilk defa zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in talimatıyla Türkçeye çevrilen Dostoyevski - Suç Ve Ceza oldu.

Başlangıçta 700 sayfa, klasik olması, süre gözümüzü korkutmuştu. Toplantımızda gördük ki okuduğumuz bu romandan  hepimiz hayranlıkla bahsediyorduk. Asır öncesi yazılmasına rağmen, bugün gibi keyifle okunabilen, zevkli, sürükleyici, elimizden zor bıraktığımız bir kitap seçmiştik Bunda Rusçadan dilimize çeviren Mazlum Beyhan'ın rolünün önemli olduğu kanaatindeyim.

Roman kahramanı Raskolkinov ders vererek para kazanırken, çalışmaya tembelliği tercih eden, bu yüzden üniversite tahsilini yarım bırakan bir kişi. Aile ilişkisinde de kopukluk olmuş, zor geçen günler psikolojisini bozmuş, hatta kendi adaletini uygulamaya kalkarak tefeci kadın ve kız kardeşini ( görgü şahidi ) baltayla öldürmüştür. Daha sonra vicdanen rahatsız olan Raskolnikov suçunu itiraf eder. Sibirya’da sekiz yıl çekeceği kürek mahkûmiyeti cezasında onu her gün ziyarete gelen, onun gibi toplumdan dışlanmış Sonya'dır. Birbirlerine verdikleri destek onlara yeniden doğuşun ışığı olur. Bu arada hukuk fakültesinden arkadaşı Razumukin kardeşi Dunya ile evlenmiştir. Raskolnikov hakkında haberleri Sonya'dan almaktadırlar.

Toplumsal ve ailevi sorunları bu sorunlar karşısında insan psikolojisini, felsefi ve polisiye bir tarzda anlatılan Suç ve Ceza' da bulabilirsiniz. Dünya klasiklerinden olan bu başyapıtı muhakkak okumanızı tavsiye ederim.  ZELİHA 

 

 

 

31 Mart 2014 Pazartesi

Dostoyevski


Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da doğdu. Askeri doktor olan babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski oldukça sert bir adamdı. En büyük tutkusu içkiydi ve ailesini sıkı bir disiplin altında yönetiyordu. Çok çabuk sinirlenir, çocukları ise kaçacak delik ararlardı. Adamın başka bir özelliği de cimriliğiydi. Durumunun iyi olmasına rağmen, çocukları 16-17 yaşına gelene kadar onlara cep harçlığı bile vermemişti. Fyodor 1837’de annesinin ölümünün ardından babasının yanından ayrılarak St. Petersburg’a taşındı ve orada Askeri Mühendislik Okulu’na kabul edildi. Oğluna okuduğu sırada düzenli bir gelir sağlamayı reddeden babasının tutumu Dostoyevski’nin içe-kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Bir keresinde, Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup gönderdi; ama baba Dostoyevski yanıt vermeye fırsat bulamadan öldü. Yaşamı boyunca ona acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde geçirdi.
Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. 1846’da ilk romanı “İnsancıklar”’ın çıkışıyla, genç yazarlar arasında en büyük gelecek vaadedeni olarak görüldü. Ne var ki başarısı kısa sürdü. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. Hükümet her türlü söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu, Dostoyevski de reformculara katılarak Çar’a karşı çeşitli çalışmalar yaptı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile Çarlık polisi tarafından tutuklandı. On ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü.
Cezası bitince St. Petersburg’a döndü. “Ölüler Evi” ve “Ezilenler”i yayınladı. Sibirya’dayken Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg’a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polina ile birlikte Rusya’dan ayrı olduğu bir sırada karısının hastalanması ve ağabeyinin ölümü ona “Yeraltından Notlar “(1864) olarak bilinen itirafı yazdırdı.
Karısının ve çocuğunun masraflarını karşılayabilmek için, edebiyattan kazandıklarını arttırmak hevesiyle kumara başladı. İzleyen yıllarda Dostoyevski sürekli sara, yoksulluk ve kumarbazlığına eşlik eden bir endişenin sıkıntısını çekti.  1866’da “Suç ve Ceza”yı ve 1867’de  Kumarbaz”ı yazdı. Sekreteriyle evlenip yurtdışında yaşadığı dört yıl yaşamının en üretken yılları oldu. “Budala” (1869), “Ebedi Koca” (1870)” ve “Ecinniler”i (1871) yazdı.
Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. 1877’de “Büyük Bir Günahkârın Yaşamı” adında bir diziyi oluşturmak için çalışmalara başladı. Bu “bütün yaşamım boyunca bana bilinçli ya da bilinçsiz olarak işkence etmiş olan” dediği Tanrı’nın varlığı sorunuyla ilgili bir çalışmaydı. Bitirdiği çalışmanın biricik bölümü olan “Karamazov Kardeşler” 1880’de basıldı.
Dostoyevski sonraki yıl 28 Ocak’ta öldü. Cenazesi toplumsal bir gösteri için fırsat oldu.  

27 Mart 2014 Perşembe

Gabriel Garcia Marquez


2011 yılının ilk toplantısında ”Kolera Günlerinde Aşk” isimli romanını okuyup tartıştığımız Kolombiyalı yazar  Gabriel Garcia Marquez, yakalandığı lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumu kötüleşince  inzivaya çekilme kararı almış ve okurlarına aşağıdaki  veda mektubunu yayınlamış. Bizde blogumuzda sizlerle bunu paylaşmak istedik.

“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...